Geride kalan izler...

                                
Taksim Gezi Parkı eylemleri başlayıp yurda kaydığı günlerde; vatandaş ve polis veya birilerinin kıvırtıp, gençler ve polis diye lanse ettikleri olaylar sonrasında biraz soluklanmak için yürüdüğüm Antalya Cumhuriyet Meydanında tıpkı benim gibi bir gölgelik yer arayan yaşlı kadına ve üç dört yaşlarındaki kız torununa yardım ettim.
Nefes nefese oturan teyze hanım:
"Yaşlılık be kuzum. Tıknefes oluyorum az yürüyünce. Torunda olunca hayli yoruldum." Dedi.
-Maşallahınız var efendim, torununuzda hareketli. Sizi yorduğunu fark ettim. Dedim.
Kaç gündür devam eden halk eyleminden konuştuk.
"Bir oğlum polis… Amir olarak görev yapıyor. Ama inanın bu olaylar başladığından itibaren herkese dua ediyorum. Kimse zarar görmesin diye Allah'a yalvarıyorum. Hepimiz bu vatanın evlatlarıyız."
-İstanbul'da, İzmir'de, Ankara'da biber gazı ve tazyikli su ortamı daha da germiş. Keşke daha farklı yöntemler konuşulsa. İnsanlar ikna edilme yollarına gidilse. Dedim. Yaşlı teyze gülümsedi:
" Üniformayı üzerine giydin mi emir kulluğu başlıyor. Verilen emirlere uymak zorundasın. Emir verenlerin çözüm yolu da bu olunca orantısız güç dedikleri durum ortaya çıkıyor. Allah'tan eyleme katılanlar karşılık vermiyor, kendilerini savunmaya alıyorlar. Maazallah ya karşılıklı kavgalar çıksa!"
Teyze son günler üzerine gözlemlerini ve yorumlarını anlatırken ta 1980 yıllarının gerisine gidiyorum.
1976-1978 yılları arasında Van Adliyesinde zabit kâtipliği yapıyorum. Henüz 12 Eylül olmamış. Ama olaylar yüzünden polis ve asker huzursuz. En küçük bir yürüyüş olsa polis bir bahanesini bulup gençleri karga tulumba ekip arabalarına atarak önce gözaltı, sonra da adliyeye sevk ediyor.
Yine o günlerden bir gün yakalanan gençleri adliyeye getiren komiser ve yardımcıları ellerindeki çekiç, keser sapı sopalarla eylemcilerin kafasına indiriyor, kafa kemiklerine inip kalkan sopaların tınısı her yerden duyuluyordu. Biz yazmanlar, mübaşirler odalarımızdan koridora açılan kapı önlerinde olup biteni üzüntü içinde izliyorduk.
Adlarını bugün bile hatırlıyorum o komiserlerin… Birisi Ahmet diğeri Engin komiserlerdi. Ve attıkları sopalardan canı yanan gençler çığlık atıyor, yalvaran bakışlarla etraftaki insanlara bakıyorlardı.
Asliye Hukuk'ta görevliydim. Ve yargıcım da Ankaralı saygın yargıç Ali Hulusi Bey'di...
Sopaların çıkardığı ses, çığlıklar bir anda yargıcımız Hulusi Beyin öfkelenmesine neden olmuş, odasından fırladığı gibi o komiserlerin önüne dikilerek yaptıklarının insanlık dışı olduğunu ve bunu yaparken suç işlediklerini söyleyerek bağırmış:
"Şu an dayak faslına bir son vermezseniz hepinizi yargılar, hapishaneye gönderirim." Diyerek komiserlerin ve yardımcıları polislerinin arasına gençleri korumak amacıyla kalkan oluyordu. Öfkesini yenemeyen yargıcımız kafaları gözleri yaralı eylemcilerin üzerindeki şiddeti bir anlık olsa bile durdurmuştu.
Çok sonraları duyduk ki o dönemde eylemcilere baskıcı, sert ve işkenceci yöntemleriyle aman vermeyen Ahmet ve Engin komiser Van'dan başka bir görev yerine gittikten sonra bir saldırı sonucu öldürülmüşlerdi. O günler kanlı ve karanlık günlerdi.
Oğlu polis amiri olan bir teyzeyle elbette ki geçmişteki bu acı anıları paylaşamazdım.
Ne var ki her görevli gibi polis de bizim evladımızdı, canımızdı.
Kötü olan polisle vatandaşı karşı karşıya getiren ve her şeyi ben yarattım ruhsal hastalığı içinde kıvranıp duran liderler ve onların şakşakçıları, pohpohçuları, ülkenin birlik ve beraberliğini kibirleri kinleri, ihtirasları yüzünden sağlayamayanlardı.
Unutmamalıyız ki yalanın, dolanın, zulüm ve baskının tek yol olduğunu sananlar er geç halkın ve hakkın gürzünü yemekten kurtulamıyor.
Yaşlı teyzenin ve torununun yanından tam ayrılmak üzereyken ardımdan:
"Hepsini ama hepsini Allah'ım korusun!" Diye sesleniyor.
Gülümseyerek yanıt veriyorum ona:
-Âmin!

Bakmadan Geçme