Anadolu insanının bir Kâbe'si de Çanakkale'dir!

                               
"Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur."Sözü İngilizlerin sözüdür. Ülkeleri için;
 "Güneşin batmadığı ülke!"Deyiminin de kullanıldığı Büyük Britanya İmparatorluğunun bugünü İngilizler 1915-1916 tarihleri arasında Anadolu'yu baştanbaşa geçip, Çanakkale ve Karadeniz Boğazları kontrol altında tutup 1917 İşçi Sınıfı Devrimini hazırlamakta olan Bolşevikleri, itilaf (güç birliği yapmış) devletlerle birlikte boğmayı planlıyordu.
Ve onlara göre Anadolu yarımadası ve insanı çantada keklikti. Onları tutsak kılmak için stratejik hareket noktası olarak Gelibolu Yarımadasını seçmişlerdi.
En güçlü deniz savaş donanmalarıyla Çanakkale Boğazına dayandıklarında tarihteki önemli bir dönüm noktası olan Truva Savaşını unutmuşlardı. Unuttukları önemli bir değer ise Mustafa Kemal'in askeri stratejideki güçlü dehasıydı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları, Çanakkale Boğazını yarıp geçme düşüncesindeki düşman donanmalarının yaratacağı vahşeti biliyorlardı. Bildikleri bir gerçek daha vardı... Boğazı geçtikten sonra emperyalist ordular için Anadolu'nun paspasa dönüştürüleceğiydi. Buna izin verilemezdi. Yapılacak tek şey direnme ruhunu yükseltmek, Anadolu'nun tek bir karışını bile düşmana vermeyerek özgürlük ateşini harlamaktı.
Öyle de oldu.
Ağır top atışlarıyla kalbura çevrilen Çanakkale sırtlarında; yüzlerce, binlerce şehit verildi. Ancak tek bir donanmaya bile geçit verilmedi. Cesaret ve inançtan tek bir adım bile geri atılmadı.
Anadolu insanı bu büyük deniz savaşının kazanılması için elindekini, avucundakini cepheye yığdı. Gencecik, henüz bıyıkları yeni terlemiş delikanlılarını direnmesi için savaşa yolladı.
Cephenin en önünde savaşan 57.Alay Anzak öncülüğünde karaya çıkmak isteyen düşman askerlerini süngü savaşı yaparak püskürttü. Donanmaları yöneten düşman komutanları Mustafa Kemal'in askerlerinin birer demir leblebi olduğunu anladıklarında emperyalist askerler çoktan bozguna uğramıştı bile.
Çanakkale devasa bir deniz ve yer yer çıkarma yapan itilaf devleti askeri güçleri arasındaki kara savaşıydı.
Vatanını savunan Mehmetçikler ve düşman ordusu inanılmaz kayıplar verdi.
Kazanan Mehmetçik ve kan ile dehşetin arasında onu saniye saniye yöneten tek bir yılgınlık ve taviz vermeyen Mustafa Kemal ve arkadaşlarıydı.
Zafer vatanı için savaşanların olduğunda dünya büyük bir komutanın önünde saygıyla eğiliyordu. Ve ondan böbürlenme, intikam ve kin söylemi bekleyenler öylesine yanıldılar ki söyledikleri bir kez daha yenilgilerinin utancı oldu. Şöyle diyordu her zamanki insancıllığı, hoşgörü ve alçak gönüllülüğüyle büyük komutan Mustafa Kemal:
"Bu Memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır."
Çanakkale Türk ve dünya tarihinin bir dönüm noktasıdır. Birlik ve beraberliğin destanlaştığının mübarek topraklarıdır.
Mustafa Kemal başta olmak üzere tüm vatanın bir karış toprağı için hayatlarını gözlerini kırpmadan veren şehitlerimizi saygıyla ve rahmetle anıyoruz.
18 Mart 2012 tarihinde 97.yıldönümünü kutlayacağımız Çanakkale Zaferini ulusça bir daha akıl ve gönül gözüyle düşünmeli ve yorumlamalıyız...
Çanakkale Savaşını en güzel ve ayrıntılı biçimde anlatan şair Mehmet Akif Ersoy'dur... Onun dizelerinde Çanakkale zaferinin büyüklüğü ve önemini görebilirsiniz.

Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi yahut kafesi!
Eski Dünya, yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Avustralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sade bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tauna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle, sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden şahikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağım,
Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vadilere, sağanak sağanak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namert eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına ram?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Huda'nın ebedi serhaddı;
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
Asım'ın nesli... Diyordum ya... Nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedir'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyetler eder istiâb.
'Bu, taşındır' diyerek Kâbe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecir ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.

Bakmadan Geçme