Van Gölü İncileri
UTANSIN
ALPER ALPEREN
Uğrunda nehir misali gözümden akan yaşı
Ardına bakmadan gidip, silmeyenler utansın
Vefalı diyerek dostun yoluna koyduk başı
Kadem basıp yolumuzu bilmeyenler utansın
Acı çekmekten korkanlar, korktuklarından acı
Çeke çeke çırpınırlar, bulamazlar ilacı
Sözlerim namert olana, mertler her dem baş tacı
Söz verip, verdiği sözü tutmayanlar utansın
Hissedemediğim kadar kalbimde olan o yr
Söyleyemediğim kadar dilimde kıldı nazar
Her gün etimden bir parça keserken azar azar
Suçu bıçağa yükleyen şarlatanlar utansın
Hicap duyarım, korkarım bütün sevdiklerimden
Ve çünkü yalnızca onlar incitirler derinden
Puşt puştluğunu yaparak dönerken seferinden
Önlerinde bayrak tutan çığırtkanlar utansın
Cömert olmayınca malın sana olmaz faydası
Vefa olmayınca, dostun olamazsın aynası
Vefalı dost iftiharım, vefasız yüz karası
Düşmanı dost, dostu düşman belletenler utansın
Kırgınım çok, sana bile güvenmeyecek kadar
Kıştan başka uğramadı, ne yaz, ne de ilkbahar
Uğruna yorulduklarım bile uğramadılar
Yalnızlık selinde boğup, ağlatanlar utansın
Hayatta görmedim ki ben, dinen gözyaşlarımı
Hak edecek kadar seven candan sırdaşlarımı
Dara düşünce kaybettim, sözde gardaşlarımı
Saf, temiz duygularımı kirletenler utansın
Ya çok gereksizdir benim akan şu gözyaşlarım
Ya da uğruna gözyaşı döktüğüm sırdaşlarım
Hep yarı yolda bıraktı vefasız yoldaşlarım
Had bilmeze tutup bizi çiğnetenler utansın
Vefa dostun limanında batık bir gemi imiş
Bu gemiyi kurtarmak zor, zordan da çok zor imiş
Vefasızlık yakıp yıkan ateşten bir kor imiş
Kızgın ateşlere salıp eritenler utansın
Yüz hatlarımda yılların derin yarıklarını
Avuçlarımdan düşen o, kalbin kırıklarını
Toplayamıyorum ki ben kinin artıklarını
Kasavetli gecelerde inletenler utansın
Yeleli Kurt'um atlatır kışı, görürüm yazı
Ve asla unutmam bana çektirdiğin ayazı
Dilime verdiler Rap'ı, bıraktırdılar sazı
Bizim olmayan türküyü dinletenler utansın.
EL GİBİ OLDUK
GÜLŞAH DİLBİRLİĞİ
Bir zamanlar adın düşmezdi dilden
Ne oldu da şimdi el gibi olduk
Hep sorarım seni şu esen yelden
Ne oldu da şimdi el gibi olduk
Kalp dualar eder gündüz ve gece
Ben yazarım seni bak hece hece
Yar geçiyor aylar say koca koca
Ne oldu da şimdi el gibi olduk
Ruşendil'im der ki özlemim çoktur
Can bildiğim yardan bir haber yoktur
Ah hasretin bana saplanan oktur
Ne oldu da şimdi el gibi olduk.
KALABALIK YALNIZLIK MI? YABANCILAŞMA MI?
MUSTAFA AYYÜREK
Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi 2024 yılında Türkiye'de de 'yılın kelimesi'ni seçmek için anketler düzenlendi. Anketler sonucunda Türkiye'de yılın kelimesi olarak seçilen 'Kalabalık Yalnızlık,' ifadesi dünyanın evrilmiş olduğu ruh halini kısmen aktaran bir imge gibi. Söz konusu ankete bende katıldım. Kanaatimi 'Yabancılaşma' sözcüğünden yana kullanmayı tercih ettim. Kelimenin 'Merhamet,' olamayacağı, kimsenin yılın kelimesi için bu sözcüğü seçmeyeceği çok açıktı. Çünkü, 'Kalabalık Yalnızlık'ın seçimi, bireysel olarak daha içselleştirilmiş ve gelinen durumu daha net ortaya çıkarmış bir sonuç olacağı düşünülecekti. Ama ben yine de 'Yabancılaşma'nın, ortaya çıkmış olan bu sonucun temel nedeni olduğu fikrindeyim. Her şeye hatta kendine bile 'Yabancılaşma.' 'Algoritma' ya da 'Yozlaşma' ise seçmek için sırası hiç gelmeyecek diğer sözcükler gibi öylece olduğu yerde kaldı.
Bugün insanlar bedenleriyle kalabalık yığınlar içinde bulunsalar bile, birbirlerini canı gönülden dinlemekten ve farkında olarak anlamaktan çok uzaklar. İnsanlar, kendi dertleriyle o kadar meşgul ki, bir diğerinin ne çilesi ne mutluluğu ne de düştüğü yıkım kimsenin umurunda olmuyor bile. Sanırım bu durum, hem bireysel hem de toplumsal çözülmenin esas kaynağını oluşturuyor. Yani insanın kendini içerisinde hissettiği yalnızlık duygusunun kökü, daha çok 'yabancılaşma' kavramında yatıyor gibi. Çünkü bu kavram, yalnızca diğer insanlarla olan bağın kopması demek değil; aynı zamanda kendi öz dünyasından da uzaklaştığını gösteriyordu.
Rehberinize durup bir göz atın. Acaba en son ne zaman bir arkadaşınızı ya da bir yakınınızı ortada hiçbir mücbir sebep yokken aradınız? Hiçbir amaç gütmeden sadece bir ihtiyacı var mı diye sorup, rahatlatıcı sesini duymak ya da ne durumda olduğunu öğrenmek hiç aklınıza geldi mi? Ya da uzun bir iletişim kopukluğundan sonra, arkadaşınızın, akrabanızın… sizinle ilgilenmemiş olması size ne hissettirdi? O'da benim gibi yılgın ve yorgun olabilir, diye hiç düşündünüz mü? Yoksa muhatabınıza kırılıp kendi yolunuza mı baktınız? Düşünün: Toplumsal olarak, muhatabımızı arama - sorma konusundaki anlışkanlığımız neredeyse sona erdi. Beklentimiz hep diğeri arasın yönünde gelişiyor. Bu olay öyle acayip gelişti ki en sonunda kısır döngüye bulanıp bir sarmal haline geldi. 'O beni aramıyor, o zaman ben de onu aramam' mantığı, ilişkilerimizi köreltiyor. Halbuki bu tavrımız, bizim bağlarımızı daha da zayıflatan döngünün içerisinde boğuyor.
Bir diğer husus ise şu: İnsanlar birbirini tanımıyor, ama tanıyor gibi yapıyor. Bu da insanı yılın kelimesindeki yalnızlığa sürükleyen başka bir sebep. Yani burada yine bir yabancılaşma veya muhatabı tanıyamama söz konusu. İnternet üzerindeki global paylaşımlar, toplu etkinliklerdeki sahte kahkahalar ya da içselleştirilmemiş sohbetler bunların hepsi ve daha fazlası tam manasıyla bağlantı kuramadığımızı göstermiyor mu? Sözüm ona samimi ortamlar…. Online olarak bir seferde binlerce kişiyle iletişim halindeyken, kimin gerçek kimin sahte olduğunu nasıl anlayacağız? İşte, en temelinde insanın kendine yabancılaşma noktası, kendi olamaması. Tıpkı ben lisedeyken MSN üzerinden söylenen 'Boğaziçi Tıp' mezunuyum, bireysel gösterimi gibi. Bir yerden bunu hatırlayacağınıza eminim (Z kuşağı bunu bilmez, onlar için benim bilmediğim daha başka şeyler var).
Bu yabancılaşma, insanın insanla bağını koparıyor. Kendisiyle ilgisini kesiyor ve kendini anlayamamasına neden oluyor. Ve insan kendini ne kadar az anlamaya başlarsa, başkalarına asla karşılığı olmayacak bir o kadar anlam yüklemeye başlıyor. Halbuki kendine yabancı birinin başka birine ait kapıyı açması mümkün değil ki. Aynı zamanda kendi dünyasına yabancı olan, başkasının hikyesinde bir yer de edinemez. Ancak, edindim, yanılgısına düşebilir. Böylece karşımıza birbirine kayıtsız, bencil, anlaşamayan, kendini merkeze alan 'kalabalık yalnızlık' adı altında ezilmiş toplum çıkar. Bu durum ise seçilmiş olan kavramının ete kemiğe bürünmesinden başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Her durumun bir çözümü varsa, bu döngüyü kırmak da mümkündür diyebiliriz. Aramadı, diye, öfke nöbetine tutulmak yerine arayıp hal hatır sormak, hiç sormayan bir yakınımızı arayıp derdine ortak olmak gibi ufacık görünen adımla devasa bir fark yaratılabilir. Gönül koymadan önce düşün ve kendine şunu sor: 'Ben ne kadar ilgiliyim?'
Öyle umuyorum ki insan yabancılaştığı öz benliğine geri dönerse kalabalıklar içinde yalnızlık hissi de sona erecektir. Bu da muhataba dair gerçek bir muhabbet ve içten gelecek bir ilgi ile mümkündür ancak. Bireysel ve toplumsal sağlığımız için mutlu anların anahtarı burada saklıdır. Bu aynı zamanda yalnızlığın da panzehiridir. 'Yabancılaşma,'ya engel olup 'Kalabalık Yalnızlık,' metaforu altında ezilmemenin belki de tek yolu küçümsenmeyecek bu detaylarda saklı.
BUGÜN CUMARTESİ
ARİFE ÖZDEN
Bugün cumartesi
Rüzgar başka fısıldıyor
Deniz daha mavi
Kuşlar olabildiğince özgür
Mesafeler tükeniyor
Çöller suya kavuşuyor
Çiçekler bahara
Gözler kaç zaman sonra
Yolcusuna
Zarif yüz
İnce beden
Sesinde huzur
Dimağa işleyen koku ılık esinti
Usul usul sızan çarpıntı
Farklı lemlerde suskunluklar
Bin bir mana gizleyen bakışlar
Heybede mutluluk kırıntıları
Bir temmuz sıcaklığı
Ve günlerden cumartesi.
BİZİM EVİN ENTELİ
ABDULHAKİM ÇİFTÇİ
Haz ve hız dünyasının insan fıtratına çalım attığı bir zaman diliminde, kalabalıkların içinde tek başınalığı kemiklerine kadar hisseden, cadde boyunca türküsünü mırıldanarak yürüyen ve hafif esintili rüzgarda trençkotunu elleriyle birbirine geçiren biri ne kadar mutluysa o kadar mutluydu. Yaşından büyük, yaşından yorgundu bu günlerde. Yorgunluğunun yaşamak gibi bir anlamı vardı ve bu onun için fevkalade mühim bir şeydi. Çünkü hayatın anlamı onun için en acil meseleydi. Ona göre ancak bir nedeni olanlar hemen her nasıla dayanabilirdi. Yaşamak için bir umudu olan onun için son derece manalı bir hayata sahipti. Geleceğini yeniden tasarlar, geçmişini güncellemenin peşine düşerdi. Düştüğünde dizinin üstünde savaşır, zorluğun üstesinden ancak mücadele ile geleceğini düşünürdü.
Her zamankinden daha sevinçli ve daha yaşam doluydu. Geldiği yeri, durduğu yeri ve gideceği yeri bilir aralıklı bıraktığı kapıları ise bilmezden gelirdi. Kendi rolünü oynadığı ortamları sever, mış gibi yapmak zorunda olduğu yerleri ustaca bertaraf ederdi. Kalbinden ikram etmeyenin yemeğini yemez, gönülden davet etmeyenin evine gitmezdi. Ömrünü israf etmez; evini de gönlünü de vaktini de dengine ayırırdı. Geçmeyen parayı, hedefe varmayan mızrağı ve geç gelen adaleti bühtan sayar, olacak olan duayı mütemadiyen yapardı. Yitirilmiş hikmetin izini sürer mottolar diyarında at koşturmayı pekala severdi. Salihlerden olmayı temenni eder tahammül etmeyi sabırdan saymazdı. Özlemle sarılmayana sarılmaz, muhabbeti samimi olmayanla görüşmek için kendini zorlamazdı. Az konuşur çok dinler, çok dinleyip hiç konuşmayana bir şeyler anlatmazdı. Beklentiyi az tutar hayal satmaya kalkışmazdı.
Hayata sadece kendi penceresinden bakmaz, at gözlüğü ile hayata bakanla arasına mesafe koyardı. O, her şeye rağmen yaşamın bir lütuf, varlığın ise bir rahmet olduğuna inanırdı. Dünyaya kazık çakmayı aklının ucundan bile geçirmez, tapu sicilci gibi davranmayı hiç düşünmezdi. Beden ve ruhun bütünlüğünü savunur topuğuna batan dikeni fantom ağrısı gibi nefsinin ücra köşelerinde arardı. Dağ başı yalnızlığını sever, takdiri ezele teslim olduğunu söylerdi. Entelektüelleri entel olarak görür, akademik dil söylemini mahkemenin soğuk duvarlarına benzetirdi. Karar yorgunu bir hali olmasına rağmen inatla meclisin ağır yükünü sırtlanırdı. Alacakaranlığın en zor noktasında ışığı hayal ederek ilerler, karanlığı bir perde gibi parlaklığın üstüne açardı. Bazen çehresi öyle bir hal alırdı ki en dayanılmaz anda tükenmişlik girdabına düzlükten önceki son virajdan döner gibi dönerdi. Umut tüccarlığı yapmaz fakat bir çiçek varsa bir çiçeğin daha olduğuna inanırdı. Metropol şehirlerin sineklerini ancak bataklığı kurutmakla mümkün olduğunu düşünür, dünyalığı bala konan böceklere benzetirdi. Hayatı zorlaştıran şeyin insanın ürettiği sistemler olduğunu söyler, kurumsalın insanın canına kastettiğini iddia ederdi. Yasa , tüzük ve prosedürü parya işi olarak görürdü.
Yaşıyor olmayı savaşıyor olmakla eş değer tutar, mücadelenin ilk anda başladığını bilirdi. O; inzivaya çekilmeyi ve günlük hayatın keşmekeşinden kurtulmayı temenni eder, olan biteni kaçırmanın keyfini talep ederdi. Mutluluğu hep başka diyarda aramaz, olmadığı yerin yemyeşil olmadığını dile getirirdi. Ve o; orta bir dünya vatandaşı olmak için Dostoyevski okumayı şart sayar, yere serilecek halıyı asla duvara asmazdı.
SORMA BENİ
İMDAT FAAL
Sorma beni sorma beni
Ne haldeyim sorma beni
Kendimden firar etmişim
Senden ricam sorma beni
Kanasa da içte yaram
Senin yüzün bana haram
Bozulmuş düzelmez aram
Dedim işte sorma beni
Yeminim var dönmemeye
İlelebet sönmemeye
Aşk atına binmemeye
Arayıp da sorma beni
Ömrümü talan edensin
Beni bırakıp gidensin
Bütün bu dediğim sensin
Arayıp da sorma beni
Virane kalsın yüreğim
Yıkıldı gönül direğim
Tüm bunlar benim gerçeğim
Bırak gitsin sorma beni
Senden kalan hatıralar
Yerli yersiz muhtıralar
Çok doluyum bu aralar
Merhamet et sorma beni
Nasibimiz üç arşın bez
Empati yap halimi sez
Git diyarı gurbette gez
Arayıp da sorma beni
Kuş olup uçtum buradan
Kaderi yazmış yaradan
Kötüler çıksın aradan
Dedim işte sorma beni
Avazım kesildi diye
Herkes diyor neden niye
Dönüp bakınca geriye
Çok yoruldum sorma beni
Gidiyorum gözün aydın
Beni oyuncak mı sandın
Suç bendeydi sana kandım
Yeter artık sorma beni
İmdat'ım nedir bu feryat
Vefasıza düştün heyhat
Dünyada görmesin rahat
Son sözüm bu sorma beni
Senden ricam sorma beni.
GAZEL
RIFAT KAYA
İki kuruş çıkara sevgiyi saygıyı soldurma
Saliselik ömrünü çirkef fırdolayı soldurma
Geldin gidiyorsun zaman ensendeki esen rüzgar
Olur olmazlarla sevgi saygıyı sakın soldurma
Gözlerinden düşen her damla hikayeler anlatır,
Gönül sızısıyla her gece isyan edip soldurma
Aşkın derin kuyusunda kaybolan balık gibi ruz,
Sonsuz enginliğinde ne olur boğdurup soldurma
Bir zamanlar sevda söylediğin rüya şimdi yıkık,
Kırık dökük düşlerle geçmişin yüküyle soldurma
Ey gönül, sus artık, konuşma, akan her sözün yara,
Bilsen de ne fayda, zamanın pençesiyle soldurma.
SANDIN
MEHMET ÇİFTLİKLİ
Mendille silmedin gözde yaşımı
Yıllarca ağlattın pınar mı sandın?
Taştan taşa vurdun garip başımı
Ağrılarım hemen diner mi sandın?
Divane şu gönlüm bedel öderken
Helallik almadan veda ederken
Elveda demeden çekip giderken
Kırılan kalp sana döner mi sandın?
Düşürdün feleğin dönen çarkına
Çareler bulaman sende korkuna
Yürek yanarsa varırsın farkına
Kor olan ateşin söner mi sandın?
Pişman olursun da dize vururken
Ayrılıp da gittin durup dururken
Kalbin kırılır farkına varırken
Kalan ömrün cana siner mi sandın?
Mazide kalanlar durur yerinde
Çekilen çileler kalır derinde
İsmimi anarsan günün birinde
Şu gönlüm o dala konar mı sandın?
Sana sitemimdir zannetme ki naz
Yürekten vuruldum ne söylesem az
Bana yaptığını Azrail yapmaz
Canımı almayı hüner mi sandın?
Çektirdin cefayı gönlüme ziya
Sonuna geldik ya bitti bu rüya
Bakmadan çekip de gidiyorsun ya
Mehmet de yüzünü döner mi sandın?
YİĞİDİM
ŞEVKET YAMAN
Hoş geldin Yiğidim, hoş geldin!
Gelişin, en büyük sevincimiz oldu
Mutluluğumuzun habercisi oldu
Bilir misin, kaç ay oldu
Kaç gün geçti aradan
Seni bekledik, yolunu gözledik
Solgun ve soğuktu kalplerimiz
İstemsizce atıyordu, kalp atışlarımız
Seni beklemekten, yolunu gözlemekten
Sensiz mahzurluydu umudumuz
Durmuştu, bizim için zaman
Yağmıyordu üzerimize, mutluluk damlaları
Ve geldin Cihangirim,
Ümitle, sevinçle bekledik seni
Senin bize olan bakışlarını, gülüşlerini
Hoş geldin Yiğidim!