Şahbettin Uluat

Geçmişin sesleri, kokuları, kayıp görüntüleri

Şahbettin Uluat

Kulaklarımda öküz arabası, at arabası ve fayton sesleri ile zamanın gerisine, çocukluk günlerime doğru bir yolculuktayım.

Şehirde de kullanıldıklarına tanık olduğumuz öküz arabaları o gün için köylülerin eli ayağı.

Mis gibi kokusu yüzlerce metre uzaktan fark edilen Sıhke kavunları ile yine çok güzel kokan şamamalar şehir merkezine o arabalarla taşınıyor.

Alaköy kavunu, o gün için Sıhke kavununun rakibi miydi? Bilmiyorum.

O zamanların birinde, bir yaz günü birkaç aile öküz arabalarıyla kafile halinde Van Kalesi’nin karşısındaki kıyıya, (aklımda yanlış kalmamışsa) o zaman Edremit Sokağı olarak bilinen yere, denize gidiyoruz.

Bostancı Yusuf Dayı’nın, namı diğer Efe’nin arabasındayız.

Arabaların tekerlerinden yayılan cızırtılar öküzlerin boyunlarında sallanan çan seslerine, insan seslerine, arabaların yanında yürüyen, araba sürücülerine yardımcı olan ve ara sıra “ho, ho” diye bağırarak öküzlere yön veren, gerektiğinde konvoyu durduran adamların ayak seslerine karışıyor.

Ne caddeler şimdiki gibi asfalt, ne de yollarda bugünkü motorlu araç trafiğinin yüzde biri var. Geçtiğimiz yollarda toz da çıkarıyoruz. Sarsıntılı, gıcırtılı ve biz çocuklar bakımından heyecan verici bir yolculuktan sonra Eski Kale Yolu’ndan, Van Kalesi’nin güney tarafından denize ulaşıyoruz.

O ağaçsız sahilde sıcak güneşin altında boyundurukları açılıp öküzler serbest bırakıldıktan sonra kağnıların ön taraftaki ok olarak adlandırılan ağaçtan uçları birbirine dayanıp gölgelikler yapılıyor.

Kıyıdaki kumlar sıcak mı sıcak! Denizin suyu berrak mı berrak! Sık sık göle girerek, sıcak yakıcı kumlarda yürüyerek çocuk aklımla büyülü, rüya gibi bir gün geçiriyorum.

*

Bir başka yaz akşamı babaannemin ve amcamın yaşadığı Gedikbulak  diğer adıyla Canik köyündeyiz ve zaman harman zamanı.

Gündüz vakti hava çok sıcak olduğu için çalışan az. Güneş kaybolup gittikten sonra amcaoğlum Atilla beni harman yerine götüreceğini söyleyerek, evinde konuk olduğum ninemden izin alıyor.

Birlikte dereyi geçip gittiğimiz düz harman alanı ay ışığında bayram yeri gibi. İki ayrı harman yan yana yapılıyor. Öküzlere bağlanmış altı keskin bıçaklarla donatılmış yine yanlış hatırlamıyorsam carcar adı verilen tahtadan düz eklentilerin üzerinde ayakta duran sürücü bir eliyle tutmuş olduğu kayışlarıyla hayvan ya da hayvanları yönlendirirken diğer elindeki kırbaçla da gerektiğinde hızlandırıp yere serilmiş olan buğday demetlerinin üzerinde döndürüp duruyor. Onlar döndükçe carcarın altındaki bıçaklar buğdayların saplarını ve başakları parçalayıp taneleri samanla karışık halde savrulmaya hazır kıvama getiriyor. Carcarın geçtiği yerlerden etrafa çok miktarda toz, duman yayılıyor.

Oradakiler şehir çocuğu ve misafir olarak gördükleri benim de ikinci kişi olarak carcara binmemi istiyorlar.  Merak ve heyecanla kabul ediyor, carcarın üzerine sekip ikinci kişi olarak sürücünün arkasında oturuyorum. Etrafa savrulan tozdan iyice rahatsız oluncaya kadar dönüyorum.

Her şeye rağmen farklı, heyecan verici bir deneyim oluyor.  

*

Çocuk her zaman ve her yerde çocuk. Van’da sokaklarda Yakan Top, Körebe, Leppik, Dıngılapışto, Melikan gibi oyunlar oynuyoruz. Yetmiyor onlara karton sigara kutusu, kibrit kutusu ve gazoz kapaklarıyla, çiklet sakızlarından çıkan artist fotoğraflarıyla oynananları da katıyoruz.

Şimdi artık adını unuttuğum, birkaç kişi ile oynadığımız oyunların birinden “Çayır çömlek patladı!” sesi kalmış kulaklarımda.

Hangi oyundu, niye öyle bağırıyorduk, hatırlayamıyorum.

Sokaklar, boş arsalar meskenimiz olunca at arabalarıyla ve faytonlarla sık sık karşılaşıyoruz.

Yoldan geçmekte olan faytona arkadan asılan çocuğu, bir başka çocuk “Arkaya yağlı kırbaçççç!” diye bağırarak sürücüye ihbar ediyor.

İşinin ustası  sürücü mesajı alıp atları harekete geçirmek için kullandığı kırbacı bir an için faytonun üzerinden arkaya doğru savuruyor. Ancak o kırbaç hedefini ya buluyor, ya bulamıyor. Ya da asılan çocuk çok “şergada” biri ise kırbacı yese de aldırmıyor.

O günlerde bazı kamyonlara “vabis” deniyor. Bu vabis kamyon sözcüğünün o günkü karşılığı mı yoksa bir tür arabanın markası ya da modeli miydi; o gün bilmiyordum, bugün de bilmiyorum.

Seslerin beni çekip götürdüğü geçmişten günümüze geri gelirken kimi seslerin, kokuların ve görüntülerin zamanın sisli perdesi arkasında kaybolup gittiğini fark ediyorum.

Yorumlar 1
Necati Gökçek 25 Nisan 2024 19:04

Muhteşem bir yazı olmuş okul arkadaşım. Geçmişimiz bu günkü gençliğe hatıra olsun. Eline yüreğine sağlık. Değerli dostum. .

Yazarın Diğer Yazıları