Yunus Türkoğlu

Unutamadım…

Yunus Türkoğlu

Çağlayarak akan suları, serin söğütlerin altını, semaverde demlenen duyguları, gecenin lacivert rengini uykularımıza katıp uyuduğumuzu, her gün yeniden çizdiğimiz desenleri unutamadım…

İskele Caddesi’nde attığım adımları, mutluluk yollarında geçen ömürleri, odanın perdesinde açan çiçekleri, çocuklukta yaşadığımız masalı, hülyayı, rüyayı unutamadım…

Ömrümüzün bazen cumbalı bir evin ömrü kadar kısa olduğunu, bazen damaklarda kalan mellaki armudun tadı kadar buruk, bazen de bu evlerde kimler yaşadı kimler diyecek kadar hüzünlü olduğunu unutamadım!...

Yamaçta çam ağaçlarının içinde bir köşk, mevsim kış ve kar yağmış çam ağaçları muhteşem manzaralar oluşturmuş.

İçeride şöminede meşe ve zeytin kütükleri çıtır çıtır yanıyor.

Rahmetli Hulusi Kentmen’in röpteşambır sırtında, fuları boynunda bacak bacak üstüne atmış gazete okuyor.

Kapı zili çalıyor!

Yardımcı kız koşup kapıyı açıyor.

Soğuktan üşümüş bir halde Filiz Akın ile Ekrem Bora içeri giriyorlar…

İşte burası siyah-beyaz Türk filmleri çevrilecek kadar güzel bir konaktı! Evet, bildiğiniz Kışla Caddesi üzerindeki Vali Konağı! Koruya bilseydik ne kadar iyi olurdu….

Unutamadım…

Tüfekçi Cemil (Keyfi) ve hanımı Hamide teyzeler bizim yakın komşularımız. Tüfekçi Cemil’in av tüfekleri sattığı tamir ve bakımını da yaptığı dükkânı vardı. Aynı zamanda iyi de bir avcıydı. Hamide Teyze bordo kadife elbise giyer üstüne de altın hap dediğimiz ziynetlerini, düğünlerde ise bunları altın kemeriyle beraber takardı. Ablalarımın da arkadaşları olan Sebahat, Nebahat ve Melahat adında çok güzel ve bir o kadar sevecen, her zaman şık giyinen üç kızları vardı.

Bunlar siyah-beyaz Türk filmlerinden çıkmış gibiydiler… Çarşıya çıktıkları zaman mahalleden yürürken biz çocuklar bile oyunu bırakır onları izlerdik. Çünkü 70’li yıllara göre giyim tarzları bayağı asortik ve bir o kadar da fanteziydi. İspanyol paça pantolonlar, kalın kemer, yüksek dolgu topuklu ayakkabılar, kısa saplı rugan çantalar, fular, siyah gözlük, bazen geniş şapka ve üstüne tunik giyerlerdi.       

Mahallemizin hiç unutamadığım sakinleriydiler. Nebahat abla mekânın cennet olsun. Sebahat ve Melahat abla her şey gönlünüzce olsun…                                                                                                    

Unutamadım…

İkindiden sonra Van’ın bağlarında yanardı semaverler; dumanında sarıpapatyalar açar, biz her dem toplardık.

Lacivert akşamlarda Amik’te yanardı semaverler; dumanında kır çiçekleri açar arşa kadar, biz koklardık.

Sabah erkenden İşkirt’te yanardı semaverler; dumanı karışırdı denize, biz denizi yudum yudum yudumlardık!

Bir bahar günü Ganispi’de tellenirdi semaverler; dumanı boncuk boncuk tomurcuklanır, biz serinlerdik!

Adır’da, Alaköy’de demlenirdi çaylar, kokusuna gökyüzünde martılar kanat çırpar, biz şenlenirdik.

Demlenirdi çaylar; kokusunda buram buram Müküs Çayı’nın aheste akışındaki huzuru bulurduk.

Demlenirdi çaylar; renginde, Norduz Yaylası’nda açan kan kırmızı gelinciklerin endamına vurulurduk.

Unutamadım…

 Sierra marka ve lambalı radyolar ile Lp plaklar çalan pikaplar vardı. Radyoda akşamları “Arkası Yarın” “Radyo Tiyatrosu” ve “Bir Hikâye Bir Roman” dinlerdik. İstekler TRT Van Radyosu’ndan istenir ve cumartesi günleri heyecanla beklenir; Neşet Ertaş, Ahmet Sezgin, Davut Sulari, Recep Kaymak, Mahmut Erdal ve İsmail Polat’tan türküler dinlenirdi.

Bir dönemde değerli kardeşim Kamil Altınbaşak bu programı başarıyla yaptı ve yönetti. İşi gücü rast gele İnşaallah…

Tabi “Yurttan Sesleri” de unutmayalım. Akşam 19:00 Ajanslarını da büyükler hiç kaçırmazlardı.

O dönemde; Nedret Güvenç, Kerim Afşar, Tomris Oğuzalp, Yıldırım Önal, Çetin Tekindor gibi tiyatrocular “Arkası Yarın” ile “ Radyo Tiyatrosu”nda seslendirme yaparlardı ve dinleyenleri çok etkilerdi. Yaşayanlar bilirler hem dinler hem de hayalimizde o yerleri gezip gelir, bizlerde onlarla birlikte olayları yaşardık sanki. “Bir Hikâye Bir Roman” da ise dünya klasikleri ile yerli ve yabancı romanlar okunurdu.

Yaz akşamları ışığı söndürür pencerenin önünde oturur ay ışığında kanal suyu ve çırçırın huzur veren sesiyle hem çayımızı yudumlar, hem de dinlerdik. Çok güzel olurdu.

Unutamadım…

Van’a doğru yol alırken Çatak çayının şırıltısı ruhları okşayıp akarken, daha sonra ömre bedel Ganispi görüntüsü ile bir şiir gibi misali yolculuk terennüm eder. Şeyh Muhammed-i Tayyar Hazretlerinin türbesinde okunan Fatihalar ile Görentaş’ta içilen çay o günün cennet nimetleri gibidir. Gizemli Sisar Deresi bin bir zahmetle geçilir, Gürpınar Ovası’nın ise gelincikleri, sarıpapatyaları ve mor sümbüllerinin kokusu belki de arşa değse yeridir. Engil çayında atlar yemlenir ve sulanır, Edremit’te mavi ile yeşilin armonisine bir de kıtlama çayın tadı ilişir! Tarihin derinliklerinde İpek Yolu Van ile buluşur, hasretler sona erince dost, dostla buluşur… 

Derken Yorucu bir yolculuktan sonra akşama doğru fayton Mercimek Mahallesi’nin Hanikoğlu sokağındaki Ermenilerden kalma iki katlı kerpiç evin önünde duruverir. Rıfat Bey, sürücünün ücretini öder ve gönderir, elinde bavulu ve kitapları olduğu halde eve doğru yürürken zevcesi Binnaz Hanım onu beklemektedir, gözü kapıda, kulağı sestedir…

Unutamadım…

Hoşça kalınız…

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları