Yunus Türkoğlu

Ömre Bedel Yıllar

Yunus Türkoğlu

Çocuklukta geçirdiğimiz günler ömrümüzün en güzel, en müstesna yıllarıydı. Bu şehirde kaç sevdayı yâd ederek geldi-geçti nice nesiller, bilir misin? Şimdi hüzne bürünmüş gibi sararan yapraklar kaldı geriye. Hengâm değişti, sahne değişti ve rolünü oynayan aktörler değişti! Sahnemiz; topraktan, kerpiçten, tarihi yapılardan betona, tozlu-topraklı yollardan asfalta, sükûnetten karmaşaya, yeşilden renksizliğe doğru değişti durdu yıllarca!

Gönül vadilerimizde açan çiçekler solmazdı…

Her türlü telaştan azade olmuş ve sevgiden süzülmüş zamanlardı…

Gönül süzgecimizden; kinden, kibirden uzak sevgiler damıtılırdı imbik imbik…

Kötülüğe açılan kapılar kilitli ve yüreklerden iyilik taşardı…

Dün geçti, sermayemiz bu günden ibaret! Unutma, semalar dürülecek, kâinat baştan sona yeniden sürülecek, o güzel günlerin de hesabı verilecek! Namazını kıl, gafillerden olma sakın; yoksa vakit geçecek!… 

Hayatın tadını çıkarmak için; dağlarıyla, gölleriyle, akarsularıyla, meyvelerini cömertçe insanlığa sunan ağaçlarıyla, bin bir türlü letafetli mevsimleriyle, maziden geriye kalan ömre bedel yıllardı. Geçen o günler bir rüyamıydı? Kim bilir, belki de bir rüyaydı!

O unutulmaz günlerden geriye ne kaldı?

Mustafa Kaya’nın Atatürk Lisesi yıllarında birincilik alan resmi, Dingo Faik’in bahçe duvarlarından yola sarkan ayvaları, kara üzümleri, Fahriye teyze’nin unutulmaz begonyaları, İsfahanlı ağacının yola düşen gölgesi, Nurhayat hanım’ın Cevdet Paşa Mahallesi’nde kalan hüzünlü hatıraları, birde Kasım Günaslan’ın bahçesinde yetişen şeftalilerin damağımızda kalan tadı…

Sofi ile Kasım, iki arkadaş, iki ahbap ve iki komşuydular. Her sabah sokağımızdan yaya olarak çarşıya gider, akşama dönerlerdi. Başlarında külahları, kır sakalları, sofi genellikle sarıklı olurdu. Sırtlarında yelekleri, cübbeye benzer paltoları, geniş şalvar pantolonları ve ayaklarındaki yemenileriyle unutulmazdılar! Bunları Hacivat ile Karagöz’e benzetirdim. İşe gittikleri vakitlerde ise ellerinde kara lastikten yapılmış kova, içinde urgan ve ellerinde kısa saplı burnu oval kazmalarıyla görürdüm…

İkisi Van’ın tanınmış kenkanlarındandılar! Kenkan, kuyu kazan demektir. Su kuyuları, su kanallarının temizliği ve bakımını yaparlardı. Özellikle kehris kanallarının temizlik ve bakımını yaparlardı. Evler için fosseptik kuyuları, ihtiyaç halinde menfez ve gedikler açarlardı…

Kuyuyu kazıp aşağıya doğru indikçe, belirli mesafelerde kuyu çeperine bir ayağın sığabileceği kadar oyuklar bırakırdı. Çıkması gerektiğinde bunları merdiven gibi kullanarak yukarı çıkardı! Değişikli olarak bir kuyuya iner diğeri ise kalın urgan bağlı kovayı çeker, çıkan toprağı kenara dökerdi. Daha çok alan kazanmak için kuyunun sağına soluna metrelerce giden menfezler kazarlardı! Bu insanlar mesleğin son temsilcileriydiler. Kenkanlık günümüze ulaşamayıp yok olan mesleklerden sadece biridir… 

Babam, haftada bir yoğurt, süt ihtiyaca göre tereyağı isterdi. Sabah geçerken Sofi ile Kasım amca bakır bakraçta yoğurt getirirdi. Bu esnada babam Şevket hocayla bazen Türkçe bazen Kürtçe sohbet eder, espriler yaparlardı. Arada fıkhı konularda sorular sorup cevabını alıp giderlerdi. Akşam geçerken bakracı ve ücretini alıp giderlerdi…

Ey güzel insanlar nerdesiniz? Umarım Cennet-i ala’dasınız!…

Üç arkadaş: Âdem Dikici, Murat İl ve bu fakir, Edremit Vali Konağı karşısındayız. Bahçelerin içine doğru uzayıp giden sokağa giriyoruz. Sağ taraf köşe başında Mumcuoğullarının evleri var. Yeşillikler arasından yukarı doğru yürüyoruz. Solumuzda gökyüzüne doğru uzayan heybetli dallarıyla Vildan teyzelerin mor dut ağaçları ve yanında evleri, yine sol yanımızda Çatıcı Mustafa Yapar’ın evi ve bahçesi mevcut.

Yolumuz üzerindeki elma, erik, dut ve kaysıların tadına bakarak ilerliyoruz. Murat’ın dayısı Ahmet ağabeyin evine uğrayıp, biraz dinlendikten sonra aynı yoldan geriye dönüyoruz. Ahmet ağabey, Edremit Belediye’sinde görev yapıyordu. Küçük kırmızı otobüsün biletçisiydi. Küçük otobüsün adı “Humar” sonradan Hamburg veya Münih Belediyesi tarafından hediye edildiği söylenen büyük otobüsün adı ise “Deccal” idi… Bu isimleri tabi ki halk koymuştu! Deccal’in biletçisi tatlı dili, güler yüzüyle Pala Ömer ağabey, şoförü Cahit ağabeydi... Hepsine selam ediyorum.

Dönüş yolunda dut ağacının altındayız. Gömleklerimiz dut lekesi olmasın diye çıkarıp ağaca tırmanıyoruz. Tadına doyulmaz dutları yerken, zümrüt yeşili yapraklar arasından mavi seyran Vangölü’nü izlerdik. Yediğimiz dutların helal olması için ev sahibinden izin aldığımızı özellikle belirtmek isterim! Yüzme vaktidir deyip, birkaç tane dut yaprağı alıp denize doğru yöneliyoruz. Vali Konağı altındaki taşlıkta veya tahta iskeleye gidip denize girerdik. Denizin berrak suyu ve yapraklarla ovarak el ve yüzümüzdeki lekeleri çıkarır, sonrasında ya Humar ya da Deccale binip Van’a doğru yola çıkardık… 

Hoşça kalınız…

Yazarın Diğer Yazıları