Ümran Öztürk

Vahşi Kentleşme

Ümran Öztürk

Toplumların birikimleri olan uygarlık anlamında da kullanılan kültür; estetik alanda güzel sanatları, eğitim alanında felsefi düşünmeyi, seçmeyi yani sosyal süreçlerin bileşkesi olarak ortak davranışlarla kendi toplumsal pratiğini yaratır. Böylelikle kültür toplumda bütünleşmeyi sağlayan en temel unsur olarak önümüze çıkar.

Bu bağlamda toplumsal öğeleri bir arada tutan, toplumsal düzen ve sürekliliği sağlayan, bütünleştirici, paylaşımcı, samimi olmaya endekslenmiş en doğru alan sanırım mahallelerdir.

Mahalle Kültürünü bizzat yaşayan, bunu içselleştiren bizlerin sanırım en çok serzenişte bulunduğu konu mahalle kültürünün yok olmasıdır.

Şimdi o enkazın altından anıları, umutları, mutlulukları, acıları, birlikte paylaşımları, imece usulü yardımlaşmaları kazıp gün yüzüne çıkarmaya çalışsak ta nafile. Ancak onlar bizim belleğimizde ne kadar yaşlansak ta capcanlı en duru şekilde yerini koruyacaktır.

Her şeyi tükettik her şeyi kaybettik başta o yalın duygularımızı. Karşılık beklemeden bir komşumuza, bir arkadaşımıza yardım etmeyi, onun yerine sevinip onun yerine üzülmeyi kaybettik. Toplum olarak bencilleştik, biz olmayı unuttuk. Bir işe başlamadan önce bize getirisini ince ince hesap etmeye başladık. 

Mücadele etmeyi unuttuk, fedakârlığı, vefayı, dostluğu, sır tutmayı unuttuk, şefkati, acıma duygusunu unuttuk. Kısacası insani değerlerimizi tek tek unutur olduk. Her şeyi katlederek vahşi yaratıklardan da daha tehlikeli olduk. Güzele düşman gibiyiz. Yeşile düşmanız, akarsuya düşmanız, göle, denize, nehirlere, ormanlara, toprağa ve bu toprağın üzerinde yaşayan canlılara düşmanız. Tüm bunlara bakınca bunu da düşünmüyor değilim sadece kendimizi mi seviyoruz? Bu kadar şeye düşman olan kendini nasıl sever?

Gözümüzü açtığımız mahallelerimize, sokaklarımıza, köylerimize sahip çıkamadık.

Sokakların yerini apartmanlar, mahallelerin yerini siteler, köylerin yerini de mahalleler alırken; sokak, mahalle, köy kültürümüzü de silmiş olduk.

Kentsel dönüşüm, mahalle kültürünün canına okurken, toplu konutlar sokakları, derken mahalleleri ve köyleri bir bir öldürdü. Sokaklar apartmanlara dönüşürken mahalleler sitelere dönüştü. O güzelim köylere de mahalle demeye başladık ama birçoğumuz alışamadık, bulunduğunuz merkeze 20- 30 km uzaklıkta köy olarak bildiğimiz içinde besiciliğin yapıldığı, tarımın yapıldığı, üretimin canlı olduğu küçük yerleşim birimlerinin mahalle olmasına alışamadık. Başta köylerin mahalle olmasıyla tarım ve hayvancılık bitme noktasına geldi.

Köylerin hızlı fakat çarpık kentleşmesiyle bu kez tarlaların, meraların yerine konutlar yapılmaya başlandı. Bu da büyük ölçüde besiciliği bitirdi. Besiciliğin bitmesi et fiyatlarının artmasına, dışarıdan canlı hayvan ithal etmemize yol açarken bu kez sağlık açısından sorunlar oluştu.   Üretim alanı olan köyler şimdi sadece tüketen bir kesim olarak çarpık kentleşmenin çarkına su taşımaktadır.

Vahşi kentleşme tarım arazisinin azalmasına böylelikle doğanın dengesinin bozulmasına da neden olmaktadır. Sağlıksız beton yığınları, yetersiz, dengesiz ve sağlıksız beslenme sağlık sorunlarını beraberinde getirdi. Bu çarpık ve hızlı kentleşmeden ve tarım arazilerinin azalmasından en çok çiftçilik ve hayvancılık, besicilik yapan aileler, hemen ardından bu kesimle ticari ilişkide bulunan esnaf ve tüketiciler etkilenmeye başladı.

İlkokulda öğretmenlerimiz bize; Türkiye bir tarım ülkesidir. Zengin bitki örtüsüyle, verimli topraklarıyla tarıma, meralarıyla hayvancılık yapmaya elverişli bir ülkedir demişlerdi. Daha o yıllarda beynimize Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğu, büyük ve küçükbaş hayvancılığın en büyük gelir kaynağı olduğu, yurdumuzun bir başka zenginlik kaynağının ormanlar olduğu kazınmıştı. Birde yurdumuz üç tarafı denizlerle çevrili, içinde akarsuları, gölleri, nehirleri, ırmakları olan bir ülke diye öğrendiğimiz, bununla övündüğümüz yurdumuz.

El birliği ile mahvettiğimiz yurdumuz. Denizlerine girildiğinde hastanelik olduğumuz yurdumuz.

Yaka yaka ormanlarını bitirdiğimiz yurdumuz, piknik alanlarını tahrip ettiğimiz yurdumuz.

Mahallemizi, sokağımızı, ülkemizi çöplüğe çevirdiğimiz, betonlaşmaya adeta davetiye çıkardığımız yurdumuz.

Bütün bunlara hakkımız varmış gibi davrandığımız yurdumuz.

Sokağında hayvanlarını katlettiğimiz, sakat bıraktığımız yurdumuz.

Bir de yaşamımıza teknolojinin getirdiği olumsuzluklarda eklenince; gürültü kirliliği, trafik keşmekeşi, korna sesleri, egzozlardan çıkan ve havaya yayılan kötü gazlar sonucu artan asit yağmurları ve sera etkisinin tabiattaki tüm canlıları etkilemesi artık kaçınılmaz oluyor.

Yaşadığımız dünyada bu duyarsızlık hüküm sürerken biz duyarsız vatandaşlar olarak çevreyi kirletmeye, hayvanları katletmeye, birbirimizi ezmeye yok etmeye devam edelim.

“Doğayı yok etmek hayatı yok etmektir“ sloganıyla çarpıcı sanatsal görüntülerle Alman çevreci STK, Robin Wood  vakfı tarafından düzenlenen, kontrolsüz sanayileşmenin yol açtığı tahribata ve insanların  neden olduğu çevre felaketlerine dikkat çekmek, kamu bilincini arttırmak için yeni ve güçlü bir farkındalık kampanyası başlatmış.

Bizde bu sözcük ne kadar etki yaratabilir ki.  Kirlenişine yok oluşuna destek verdiğimiz bu dünyada. Bizim gözümüzü ne açabilir bu kadar talandan sonra.

Dünyada yaşanmış ve yaşanan bunca olumsuzluğa, işgallere maden, petrol için yapılan savaşlara şimdi de su savaşları eklenecek. Su kaynakları, geleceğin en önemli stratejik meselesi olarak gün yüzüne çıkacak. Bir devletin gücünü çok yakında maden, petrol kaynakları değil su kaynakları belirleyecek. Su hayati bir meta olmaktan çıkıp stratejik bir değere sahip olacak. Her şeyi hızla kaybediyoruz bari suyumuza sahip çıkalım.

Yazarın Diğer Yazıları