Ümran Öztürk

60'lardan Günümüze Moda Yolculuğu

Ümran Öztürk

Yaratıcılığın kamçılandığı yokluk yıllarıydı 60’lı 70’li yıllar. O yılların en değerli mesleklerinden biri de terzilikti. Erkek terzilerin yanı sıra bir o kadar da kadın terziler vardı piyasada. Mahalle aralarında küçük dükkânlarda ya da evlerinde terzilik yapan kadınlar o yılların en büyük tasarımcıları, stilistçileri, sanatçılarıydı. Zira kadın giyimi,  ayrı bir estetik ayrı bir sanat gerektiriyordu. Sanat diyorum, çünkü yaratıcılığını da kullanarak küçük dokunuşlarla giysiye farklı bir hava vermek terzinin imzası gibiydi. 

Onlar sadece dikiş dikmez, el sanatlarıyla da dikkatleri üstüne çekerlerdi. Mükemmel matematik zekasına sahiplerdi. Çünkü ölçü almak, doğru hesap yapmak onların işlerinin bir parçasıydı. Terzilik öyle aceleye gelmez, ölçüp biçip ondan sonra makas atarsın kumaşa ve büyük sabırla yaparsın işini. Yaptığın işi müşteriye beğendirmek sabır ister. Terzini de çevreden tavsiyeler alarak, yaptığı işleri görerek seçersin. Terzi seçmek kadar model ve modele gidecek kumaşı seçmek de ayrı bir çaba, ayrı bir telaştı. Kumaşçılar çarşısı her yerleşim yerinde yoktu ama her ihtiyacını karşılayabileceğin öyle bir mağaza vardı ki hem kaliteli hem ucuz.

Doğum, bayram, nişan, düğün hatta cenazelerde bile alışveriş yaptığımız bir yerdi. Giyimden tutun da evimizin her odasına hatta ruhuna işlemiş bir mağazaydı. O çocukluğumuzun mağazası, kaliteli ve ekonomik alışverişin tek adresi Sümerbank’tı. O dönemler hepimizin hayatında Sümerbank ürünleri ayrı bir yer tutardı. Ama o günlerden aklımızda kalan yüzlerce desene sahip her kategoriye göre farklı desenler, farklı renkler ama tek kaliteydi güzelim kumaşlar…

Çiçekli, çizgili, geometrik desenler, meyveler ve sebzeler, pötikare, puantiyeli, ekoseli, hayvan motifleri ve daha niceleri. Günlük elbiselikler, pijamalıklar, nişanlıklar, çeyizlikler, düğünlükler ev döşemeleri, yatak yüzleri, çarşaflar, nevresimler, yastık kılıfları,perdelikler çeşit çeşit kumaşlar…

Dünyada değişik rüzgarlar esişine paralel, bunun yansımaları da desenlere yansırdı. 50’li yıllarda çiçek desenleri ağırlıklı olarak üretilirken 70’li yıllarda hayvan figürleri, 80’li yıllara doğru soyut, geometrik desenler, şal desenler kumaşlara, desenleri de giysilerin modellerine ustaca yansıtırdı terzilerimiz. Kumaşla sutaşını, satenle danteli öyle bir uyum içinde birleştirirlerdi  ki sanırsın  aynı tezgahtan çıkmışlar.

Annem terzilik yaptığı için çocukluğum kumaşlar, danteller arasında geçti diyebilirim. Çok haşır neşirdik kumaşlarla. O yüzden nasıl özlemem cıvıl cıvıl basma, pazen, divitin, akfil, poplinleri... Renk renk parlak satenleri, köpük gibi patiskaları ve daha nicelerini…

Kumaşların da aslında bir dili vardı. Onları satın alanların ne kadar prestijli olduğunu, zevkini, tarzını aldığı kumaşların kalitesinden anlardınız. Yani kumaşlar bir anlamda size müşterinin sosyoekonomik durumunu, zevkini, tarzını anlatırdı.

Hazır giyimin bu kadar yaygın olmadığı o günlerde kumaşlar hayatımızda çok önemli bir yer tutardı. İnsanlar giysilerini ya kendileri diker ya bir terziye diktirirlerdi. Tüketim çılgınlığının henüz yaşanmadığı can sıkıntısı nedeniyle alışverişlerin yapılmadığı o yıllarda bayram, düğün alışverişi de birkaç hafta önceden terziden sıra alındıktan sonra yapılırdı.

Terziye istediğiniz bir modelle giderdiniz eğer elinizde modeliniz yoksa terzinizin yardımıyla model seçerdiniz. 

Zarafetin ön planda olduğu 60'lı 70 li yıllar modasına  feminen tarzlar ağır basan İspanyol paça pantolonlar, çarpıcı renklerde elbiseler, etekler, bluzlar, abiyeler, şapka modellerinin günümüze kadar ulaştığını görüyoruz.

Almanya’dan  gelen model kitapları terzilere ilham kaynağı olurken daha sonraları Türkiye’nin ilk kadın Milli Eğitim Müdür Yardımcısı olarak bildiğimiz Güler Erkan’ın “Her Beden İçin Provasız Giyim Kalıpları” isimli kitapları hemen her terzinin dikiş makinesinin  yanında illaki olurdu.

Size düşen terzinize nasıl bir giysi istediğinizi anlatmak kalırdı.  O modele uygun ölçüleriniz dikkatlice alınırdı. Alınan ölçülerinize göre ne kadar kumaş alacağınızın hesabını yapar bir kağıda kumaş, makara, tela, çıtçıt düğme, fermuar ve gerekiyorsa giysinizde kullanacağınız aksesuar,  kemer tokası, süslemeleri not ettirirdi. Randevu defterinden tarih verir ona göre malzemelerinizle birlikte terzinize giderdiniz.  Terzinize malzemelerinizi teslim etmeye gittiğinizde modelinize uygun kalıplar çoktan çıkarılmış olurdu. Artık prova günlerini beklerdiniz.

Terziniz sizi  terzi jargonunda "çıplak prova" denen ilk provaya bir iki gün sonra  ikinci prova "telalı prova" ya çağırır. Üçüncü ve son provada giysi meydana çıkmış son rötuşlar yapılarak hemen ardından giysinizi teslim etmeden önce bir fotoğrafını çektirir kendi arşivini oluştururdu. Böylelikle terzi kendi modelini, kendi tarzını yaratmış olurdu. Bu size özel tasarlanmış, dikilmiş bir kıyafetti ve pişti olma ihtimaliniz hiç yoktu. Ayrıca terzinin bu kadar disiplinli ve titiz çalışma sonucu ürünün söz verildiği tarihte teslim etmesi o yıllarda verilen sözün, iş disiplininin, meslek ahlakının ne kadar önemli olduğunu bize gösteriyordu. 

Bedenine uygun biçilip dikilmiş kaliteli bir elbise, sahibinin ne kadar ince, kibar, şık, zarif, zevkli, zengin ve prestijli olduğunun bir göstergesi ise,  elbiseyi diken terzinin de ne kadar zevkli, yaratıcı şık tasarımcı olduğunun bir kanıtıydı.  Kısacası giyen kadar dikenin de bir zarafet, seçkinlik ve statüyü temsil ettiğini bilirdiniz.

Ülkemizde terziliğe vurulan ilk darbe  1952-54 arasında yaşanan toplumsal olaylar sonucunda azınlıkların ülkeyi terk etmesi ile usta sayısı azalmasıyla olmuş. Zira Yahudi ve Ermeniler bu alanda pek maharetlilermiş.  Mesleğin ilk büyük ustaları da çoğunlukla azınlıklar arasından çıkarmış. Öyle ustalar varmış ki, hiç makine kullanmadan el iğnesiyle mükemmel dikiş dikerlermiş. Makinede mi yoksa elde mi dikildiğini ayırt edemezmiş müşteri.

 Onların gitmesiyle terzilik büyük bir kayıp yaşamış. Ancak onların yerini bu ustaların yanında çıraklık kalfalık yapmış kişiler almaya başlamış.  Çoğu mahalle aralarında terzilik yapmaya başlamış.

70’li yıllarda hemen hemen çoğu evde önceleri kollu sonra ayaklı dikiş makineleri bulunurken kızların çeyizlerinde dikiş makinelerine yer verilmeye başlanmıştı. Ve yine mutlaka bir evde dikiş diken bir kişi vardı. Okumayan genç kızlar Halk Eğitim Merkezi Kurslarına gönderilir burada dikiş nakış öğrenirdi. O yıllarda terzilik iyi gelir getiren bir meslek olduğu için dikiş bilen bir kadına kolunda altın bileziği var denirdi.

Annem de 1950 yıllarında İstanbul’da bu kurslardan birinde eğitim almış, uzun yıllar terzilik yapmıştı.  Bizlerin de hazır giyimle tanışmamız çok geç olmuştu. Tüm ailenin dikişlerini diktiği gibi dışarıya da dikiş dikerdi annem. Gelinlikten, abiye kıyafetlere tayyörden pijamaya kadar eve değişik kumaşlar girdiği için biz çocukların da kumaşla aramız fevkalade iyiydi. Kumaşları annem sayesinde tanırdık. Çocukken giysilerimizin modelleri kendi çizer mutlaka dantel, kurdele gibi küçük ama giysilerimize canlılık veren hareket kazandıran ayrıntılara hep yer verirdi. Bir nevi onun imzası gibiydi bu küçük dokunuşlar. Hafta içi öğleden sonraları annem makine başına geçer gününü böyle tamamlardı.

Bir ürün diktirmek isteyen annemle bir ön görüşme yapardı mutlaka. Mahallenin genç kızlarına model kitaplarından kalıp çıkartmasını öğretir, onlara  biçki biçmesini, iğne tutmasını,sülfıre yapmasını öğretir küçük tüyolar verirdi. Bizler de prova yapmasını, bol teyel almasını, tela yapıştırmasını, fermuar dikmesini farkında olmadan böylelikle onu izleyerek öğreniyorduk.  İlk diktiğim annemin nezaretinde mavi beyaz çubuklu bir erkek pijamasıydı. Bir zamanların o meşhur pijama takımları terzilerin ilk diktiği ürünlerin arasında hep ilk sırada yer almıştı. Çubuklu pijamalar genelde bana pazar günleri radyo dinleyip gazetesini okuyan babamı anımsatır.

Yazarın Diğer Yazıları