Ümit Kayaçelebi

ÇAYDA ÇIRA YANIYOR EFSANESİ

Ümit Kayaçelebi

 “Konsun şamdanlara mum, olsun ergenler sıra:

İnsin davula tokmak, başlasın çaydaçıra!

Durur deryada balık, durur gökte turnalar…

Bizim çaydaçıraya başlayınca zurnalar!”

N. Yıldırım Gençosmanoğlu(1)

Aşkın gözü kördür der halk muhayyilesi. Gözü kör olan aşk pençesine aldığı aşığın da gözlerini kör eyler. Âşıklık ‘belayı aşka aşina’ olma arzusu, onda yok olma iştiyakıdır. Bir dem bile ondan cüda(ayrı) olmama isteğidir. Bütün varlığı ile maşukta erime, yok olma halidir. Ondan öte bir şeyi görme, duyma, hissetme yetisini kaybetme halidir aşk. Aşığın maşuktan öte bir şeyi görmesi, duyması, hissetmesi büyünün bozulması neticesini doğurur. O an aşk ve aşık sıradanlaşır, olağanüstülüğünü ve bütün gücünü kaybeder.

Bir zamanlar azgın bir nehrin iki kıyısındaki farklı köylerden gençler sevdalanmış birbirlerine. Dağlar kadar nehirler ve ırmaklar da aşıklar arasındaki engeller olarak namlıdır. Ama bu engeller seven yürekler arasındaki gizli işaretlerle aşılır, imkansızlıklar imkan bulur. Sır iki kişi arasındayken sırdır. Sırra başkaları vakıf olduğunda sır tuzağa dönüşür.

Gelelim nehrin karşı kıyılarında yaşayan  aşıklar arasındaki hikâyeye. Aralarındaki nehir sevdalarını engellemek şöyle dursun anlam katmış aşklarına. Delikanlı aşkının büyüklüğünü her gece nehrin azgın sularında yüzerek sevdiğinin yanına varma  ile efsaneleştirmiş. Gel zaman git zaman sevdiğinden ve ay yüzünün güzelliğinden başka bir şeyi görmeyen, onun dışında her şeye kör olmuş gözler sevdiğinin yüzünde daha önce görmediği bir ben görmüş. Aşıklık  yüzdeki göz izini gören “yüzünde göz izi var/ sana kim baktı yârim?” diye sorabilen bir esriklik halidir edebiyatın dilinde. O bir noktacık ben bir kusur gibi görünmüş gözüne aşığın. En çok da şimdiye kadar nasıl olup da o beni  göremediğine hayıflanmış. Sevdiğinin o benin yaradılıştan olduğunu söylemesi de avutamamış zavallı âşığın vesvese girmiş yüreğini. Aşkın sırrı faş olmuş, büyü bozulmuş, o güne kadar kör olan gözleri açılmış ve nehrin azgın akıntısına güç yetirememiş kolları, kapılıp gitmiş sulara ardından aynı kaderi paylaşacak bir sevgili ve dilden dile anlatılacak bir hikaye bırakarak.

Oyunu kadın erkek birlikte veya ayrı ayrı oynarlar. Her iki elde tutulan tabaklar içinde kına veya  çamura dikilmiş yanan mumlarla oynanan kıvrak ve neşeli bir oyundur. Oyun sürekli olarak kendi melodisi ile oynanır.  Bu oyunun melodisi ile başka bir oyun oynanmadığı gibi, bu oyun başka bir melodi ile oynanmaz. Bu oyunda oyuncular ellerindeki mum dikili tabakları davetlilere ve seyircilere vermek suretiyle onları oyuna davet ederler. Bu nazik davetle kişi hem onore edilmiş olur, hem de oyunu bilmiyorsa öğrenmesine vesile olur.”(3)

200-300 yıllık bir mazisi olduğu söylenmekle birlikte oyuna kaynaklık eden efsaneler ve bu efsanelerin farklı varyantları değerlendirildiğinde oyunun tarihçesinin daha eskilere dayandığını düşünmemiz gerekir zannımca. Efsane türünün  karakteristik özelliği göz önüne alındığında efsanelerin oluşum sürecinin çok daha uzak bir geçmişi işaret ettiği görülür. Bu geçmiş çoğunlukla bilinmeyen bir geçmiştir. Zaten bilinen bir zamanı işaret eden bir hikayenin efsaneleşme niteliği mevcut değildir halk bilim kriterleri çerçevesinde. Oyun ile ilgili anlatılan efsaneleri bir kenara bırakıp oyunun kendisine yoğunlaştığımızda da kimi folklor araştırmacılarının Uygur Türkleri’ne ait Dalda Çıra oyunu ile de  benzerlikler ortaya koyduklarını görürüz. Her iki oyunda da tabaklara konulan ve karanlıkta gezdirilen mumlar ve o mumların ritimsel döngüsünde anlam kazanan umutlar, hayaller estetize edilmektedir. (4)

“Çayda Çıra” dansının kökenleri ile ilgili kaynakların bazılarında, bu dansın son dönemlerde ortaya çıktığı, kaynağının da efsane ve rivayetlere dayandığı belirtilirken, bazılarında kale ile ilişkilendirilerek bir kalenin (Harput Kalesi- Süt Kale) düşman işgalinden kurtarılması, Doğu Roma’ya karşı elde edilmiş zaferin kutlanmasına dayandığı  da ifade edilmektedir.

Elazığ’ın ulusal ve uluslararası tanıtımında büyük rolü olan ve adeta şehrin simgesi olmuş  bu halkoyununun doğuşu hakkında yan motiflerinde farklılıklar  arz eden çeşitli efsaneler anlatılır. Olay örgüsündeki farklılıklar  ana temadaki arayışı ve umudu asla ortadan kaldırmamaktadır. Bilakis oyunun hareketli figürleri gece karanlığını dalga dalga yaran ışık huzmeleri ile bir çayın coşkun akışını ve aydınlık geleceği sembolize etmektedir.

Mumlu oyunu “gece ellerinde çıralarla Buzluk Mağarası’nda  kaybolan gelini Fırat sahilinde arayan kalabalığın uzaktan görünüşüyle izah edenlerle birlikte Hazar Gölü’nün ortasında bulunan kilisenin papazının kızı ile Müslüman bir gencin trajik aşk öyküsüne bağlayanlar veya  yakın zamanlara kadar havuz başlarında ve çay kenarlarında yapılan düğün törenlerinde üzerlerinde yakılmış mumlar dikili ve suda yüzdürülerek karşıdan karşıya gönderilen tepsilerle ikramların yapıldığını ve Çayda Çıra isminin bu gelenekten doğduğunu da  edenler olmakla birlikte bu efsanevi oyunun kökeni ile ilgili en yaygın anlatım iki öyküde yoğunlaşmaktadır.

Bu öykülerin  ilki şöyle anlatılır: “Elazığ’da bir çayın karşı  kıyılarına  yerleşen aşiretlerden iki genç birbirlerini severler. Kız geceleri ışık yakarak oğlana haber verir ve oğlanda bu ışığı takip edip suda yüzerek gelir , kızla buluşurmuş. Bu gizli buluşmayı kızın babası fark eder ve bir gece kızın yaktığı ışığı (çıra)  söndürür. Suyun tam ortasında kalan genç bir türlü yolunu bulamaz ve sulara gömülerek boğulur. Bir müddet sonra çıranın söndürüldüğünü gören kız oğlanın kıyıya çıkmadığını anlayınca o da kendisini sulara atar. Suyun iki yanında da köylüler meşaleler yakarak suda kaybolanları arar ama bir türlü bulamazlar. Bu hazin hikayenin sonunda “Çayda Çıra” oyunu doğar”. (5)

Diğeri ise daha yakın bir maziye bağlanır ve bilinen isimlere ve mekanlara yaslanır. Hikayede geçen Haringet çayı, Uluova’nın ortasında akmakta ve şimdi o özelliğini kaybetmişse de geçmişte içinden geçtiği ovaya can katmakta ve bolluk bereket dağıtmaktadır  yanına yöresine. Bu çaya yakın olan köyler düğün derneklerini suyun kenarında yapar, sevinç ve mutluluklarına nehrin coşkusunu şahit kılmak isterler.

Denilir ki; “Uluova’yı ortadan ikiye ayıran Haringet Çayı’nın kıyısında bir köyde köyün ileri gelenlerinden biri oğlunu evlendirir. Düğün dernek kurulur, günlerce şenlik yapılır, çalgı çalınır, yemekler yenilir. Düğünün son gecesine kadar her şey yolunda gitmektedir. Düğün evinde neşe ve eğlence ve gecede  mehtap vardır. Ancak birden ay tutulur. Ay tutulması hayra yorulmaz: davetliler bunu uğursuzluk sayarlar, düğünün neşesi kaçar, davetliler tedirgin olurlar. Bu arada damadın annesi Pembe Ana, bu duruma çok üzülür.

Ani bir hareketle ortaya atılarak ne kadar mum varsa etrafta toplayıp  tabaklara dizer, oradaki insanların ellerine tutuşturur, kendisi  de başına geçerek oynamaya başlar. Zifiri karanlıkta her yer birden aydınlanır. Mumların akisleri suya yansır, çalgıcılar  bu hareketlere uygun ritimlerle müzik çalmaya , davetliler de coşarak eğlenmeye başlarlar. (6) “Çayda çıra yanıyor/ Yanıp yanıp sönüyor” nakaratı ortalığı kaplar ve bir ilin kültürel zenginliğinin temel taşlarından biri ağır ağır şekillenir gırnatanın gür müziğinde.

Çayda çıra, Elazığ’ın zengin halk oyunları ve halk kültürü külliyatının temeli ve vaz geçilmezidir. Gırnatanın insan bedenine can katan sesi ile karanlıklar içinden süzülüp gelen elleri mumlu halay ekibinin coşkusunu karşısındakilere yansıtmaması düşünülemez.

Her düğün ve eğlencede özel ve orijinal ezgisi ile umudu ve arayışı yarınlara taşıyan yürek yangınının küçücük mumlara aksetmiş gölgesidir Çayda Çıra. Yanar da yanar. Yandıkça can katar yanına yöresine. Yandıkça humar gözler uyanır, davula tokmak indikçe  bir bir kalkar engeller aradan ve silinir kulakların pası

Kaynak: Fadıl Karlıdağ

Yazarın Diğer Yazıları