Ümit Kayaçelebi

BİR ZAMANLAR RADYO GÜNLERİ 1

Ümit Kayaçelebi

Bir zamanlar radyo günleri

 OLKAN ÖZYURT

CEREN ARSEVEN

6 Mayıs 1927'de Sirkeci Büyük Postane'de bodrum katında başladı radyonun serüveni. Toplumu eğitme, bilgilendirme ve eğlendirme işlevini tek başına üstlendi. Birçok tarihi olayı ondan öğrendik. Dantel örtülerle bezedik. Dünyayı evimize getiren bir dost.

Üzerine ilk dantel örtüyü kimin koyduğu bilinmiyor ama radyo deyince o meşhur örtüler mutlaka insanların gözünün önünde beliriyor. Radyo biraz da, dantel örtülerle, sobalı evlerle, arkası yarınlarla, Zeki Müren'le, "Şimdi mikrofonlarımız Ordu'da" türü anonslarıyla hatırlanan belki de kişisel sandıklarımızda sakladığımız anıların baş köşesinde duran kıymetli bir dost... Dost diyoruz çünkü radyolu günleri hatırlayıp da içine özlem düşmeyen, "Ne güzel günlerdi" diye iç geçirmeyen, o güven veren sesi duyar gibi olmayan yoktur. Oysa hikayesi o kadar da eski değil. 1920'lerde başlıyor radyo macerası dünyada. Matbaa kadar çok beklemiyoruz, 6 Mayıs 1927'de İstanbul'daki Sirkeci Büyük Postane'den yapılan yayınla Türkiye bu maceraya dahil oluyor. Tabii bir şaşkınlık o yıllarda. İçinden ses gelen bir büyük kutu. Biri sesleniyor size. Kim bilir kaç kişi "İçinde biri mi var bu kutunun?" diye sahibini aradı sesin, içini açtı. Ama çabuk atlatılıyor bu şaşkınlık. Her evde de yok takdir edersiniz. Bir prestij simgesi... Ama illaki kıraahathanelerde bulunuyor. Günde birkaç saatlik yayınlar da önceleri evlerden ziyade bu kıraahathanelerde dinleniyor. Müzik ve tabii ki ajanslar, eğitim ve kültür programları. Lakin radyo rüştünü 2. Dünya Savaşı yıllarında ispatlıyor memleketimizde. Türkiye savaşa her an girecekmiş gibi hazır o yıllarda. Karneli ve karartmalı günler. Belirsiz zamanlar... Herkes pür dikkat radyodaki o sese kulak kesiliyor. Özellikle de ajansa. (Ajans ne diye merak eden olursa, haberlere verilen ad diye açıklayalım.) Savaşın seyrini o ses aktarıyor, Ankara'nın tutumunu da. Peki o ses nasıl sesleniyor derseniz, bir çalışanın hatıratından aktaralım "Sabah karanlığında dakikalarca yürüyüp Ankara'nın soğuk kış günlerinde radyoya geliyor, istasyonu açıyor, haberlerimizi okuyorduk." Devlet de o günlerde anlıyor radyonun etkisini. Çünkü fark ediliyor ki, kasvetli günlerde insanları bilgilendiren o sese herkes güveniyor. "Radyo söyledi" sözü de yine o yıllarda çıkıyor. Radyonun söylediği her şey doğru kabul ediliyor.

EVLERDE BAŞ KÖŞEDE

1950'lerde çoğu eve girecek kadar ucuzlamaya başlıyor. Elektrik de her şehre doğru yol alıyor. Tabii vericiler de güçleniyor. Radyo evlerde baş köşeye kuruluyor. Kimi pikaplı ve daha havalı. Dantel örtüler üzerine seriliyor. Kadınlar dantellerin orijinalliğinden dem vuruyor kendi aralarında. "Bizimki Kütahya işi" diye ufaktan caka satan alıyor cevabını: "Eltim gönderdi Kayseri'den, el işi" diye. Yayın süresinin uzadığı ve çeşitliliğin de arttığı zamanlar. Yayın saati başlar başlamaz düğmesi kıvrılıyor. Kısa dalga uzun dalga ne ifade ediyor, pek bilinmiyor ama cızırtı vazgeçilmezi. Kore'den gelen haberlere herkes kulak kesiliyor lakin radyo oyunlarının da sükse yaptığı zamanlar. Kış günleri sobanın üstünde kestane, hane halkıyla birlikte dinlenen oyunlar. Görmüş geçirmişliğiyle oyunlar hakkında yorum yapan teyzeler, çay doldururken "Martin de inanacaktı kızın anlattıklarına "diye sesleniyor ortalığa. Sonra yıllar geçtikçe mecmuası bile çıkıyor. Zeki Müren evlere radyonun içinden misafir oluyor "Neşeli günler dilerim muhterem dinleyicilerim" diyerek. Radyo binası olarak yapılan Harbiye'deki İstanbul Radyosu'nda bulunan Mesut Cemil stüdyosunda verilen konserler... Herkesin ertesi gün sohbetine konu olacak kadar yoğun ilgi gören konserler bunlar. Kimleri ağırlamıyor ki bu stüdyo, Müzeyyen Senar, Münir Nurettin Selçuk, Ziya Taşkent, Alaeddin Yavaşça, Emel Sayın... Darbeciler de bunun için ilk radyo evlerini mesken tutuyor 1960'ta. Radyodan ilan ediliyor 'balans ayarı'.

RADYONUN ALTIN YILLARI

60'lar radyonun altın yılları. Musikinin en iyileri, radyo tiyatroları ve özenli programlar. Çiftçiye, ev kadınlarına, gencine yaşlısına yer var bu programlarda. Maç yayınları Halit Kıvanç, Orhan Boran, Necati Karakaya, Murat Ünlü ve Abidin Aydoğdu'dan soruluyor. Memlekete, dünyaya dair her şey bu kutunun içinden çıkıyor o yıllarda. Melahat Hanım evde bir yandan tarhanasını karıştırırken bir yandan da sesini açtığı radyosunu dinliyor. Köyde tarlasını süren Mehmet Efendi de boynuna astığı radyodan alıyor malumatı. Tarım Konuşmaları programı onun için yayınlanıyor. Bir de kendi yöresinin türküsü çalınırsa değme keyfine onun da. Ankara'da bakan odasında yine açık radyo. Bakan bey gazeteleri tararken kulağı da radyodan gelen seste. Dünyaya Açılan Pencere, Olaylar ve Yankıları, belki de pür dikkat dinlediği programlar. Genç kızlar ise Evlilik programını iple çekiyor. Kimi zaman kitaptan dem vuruyor radyodaki ses, Nobelli yazarları anlatıyor. Kimi zaman şiir okunuyor Tanzimattan Günümüze Türk Şiiri diyerek. Değişen Dünyamız daha meraklılar için. Türk Romanında Köy edebiyatseverlere. Hangi Mesleği Seçelim gençlere hitap ediyor. Çocuklaraysa, Küçük Dinleyicilere Masallar diyerek sesleniyor radyo. Pazar günleri ise herkesin kulağı radyoda. Çocukların Pazar Köşesi, Pazar Tiyatrosu, Gençlik programları ve tabii memleketin dört bir yanındaki maçlar. "Şimdi mikrofonlarımız İstanbul'da" diyor o ses. Önce bir uğultu geliyor, bu gol olduğuna işaret. Dakika ve skor veriliyor. Sonra merkez stüdyoya bağlanılıyor. Yani anlayacağınız her şey Woody Allen'ın o en muhteşem filmlerinden Radyo Günleri'ndeki gibi... Ve televizyon... 60'ların sonunda başlıyor macera. Yine de 12 Mart muhtırası, Deniz Gezmiş'lerin idamı, Kıbrıs Barış Harekatı gibi toplumsal olaylarda radyo tecrübesini konuşturuyor. 24 saat kesintisiz yayına geçilmesi elini güçlendiriyor. Ama televizyonun da bir albenisi var işte. Gün geçtikçe tahtı sarsılıyor radyonun. Dantel örtüler, ufak ufak TV'lerin üzerine terfi ediyor. Radyo direniyor yine de. Popüler müzikler daha fazla duyulmaya başlanıyor. TRT 2 ortaya çıkıyor. Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği kuralına uygun seslendiriliyor. Çağdaş Dünya Edebiyatı, Edebiyat Tarihinden gibi programlar akışta yerini alıyor. Ama 80'lerde renkli televizyonun da devreye girmesiyle radyo ile aramız açılıyor. Bir de 82 Anayasası var tabii... Yeniden şekillendirilince yayıncılık, radyonun sesi mesafeli geliyor kulaklara. 80'ler dünyaya açıldığımız zamanlar. Özal dönemi. Renklilik, çeşitlilik her alanda. Gün geçtikçe sesi soluklaşan radyo artık gözden düşüyor. Tam da böyle bir dönemde özel radyolar peydah oluyor. Yeniden o sese sarılıyoruz. Fakat yasak diye kısılıyor sesler. Nasıl yasak olabilir ki? Türkiye ayağa kalkıyor. Ses açılıyor... Şimdi nedir derseniz? Rady zor zaman dostu olarak bizi yalnız bırakmadan yoluna devam ediyor. Yaklaşık 90'ı ulusal toplam 1200 civarında radyo kanalı hizmet veriyor memlekette. Ama cebimizdeki akıllı telefonlar, internet, dünyanın bütün radyolarını ulaştırıyor bize. Anlayacağınız o ses yine güven veriyor... Bu yazının sonunda radyoculardan bir istek yapmayalım mı? Queen'den gelsin lütfen Radio Ga Ga...

Kaynak: Sabah Gazetesi

Yazarın Diğer Yazıları