Ümit Kayaçelebi

Aşık Celal Yenitürk

Ümit Kayaçelebi

Söylemek benden rast getirmek yüce Mevladan. Çok değerli, şerefli, şanlı,  imanlı, dini, hakikat yönlü,  bayrağı ünlü, kahraman soylu, hoş, temiz huylu, Hakk’a şehadetli, hoşgörü ibadetli, sevgi dolu hakikatli, adil adeletli, merhametli, şevkatli, sabırlı, kanaatli, iyi niyetli, doğru, sadık sadakatli, bilgin, ferasetli, şuurlu, kabiliyetli, muhabbeti şirin, tatlı güler yüzlü, hüsnüniyetli, çalışkan, gayretli, yiğit, cesaretli, ordusu kuvvetli, vatanı kıymetli, namuslu, iffetli, Müslüman Türk milletim. Rıza-i ilahi için nice, nice savaşlara girdin, nice, nice zorluklara göğüs gerdin, vatan millet için nice şehitler verdin, Allah, Allah diyerek Viyana’ya kadar vardın, nice, nice imparatorluklar kurdun, cihan hakimiyetine erdin, ey Türk geçmişine sahip çık. Hiç yılmadan iman ile, azim ile çalış geleceği yine sen kazan. Ben senin bayrağından doğmuş Celali ozan.

Biz aslen oğuz boyundan gelen Azeri Türk’lerdeniz. 1828 yılında İran ile Rusya arasında kurulan Gülistan paktı ile Azerbaycan bölünmüş. Kuzey Azerbaycan, Rusya’da Güney Azerbaycan ise İran topraklarında kalmış. Bizim de dedelerimiz güney Azerbaycan’da kalmışlar.  Babam ve annem Güney Azerbaycan’da dünyaya gelmişler. 1914 birinci dünya savaşı sırasında babam 19 yaşında iken Güney Azerbaycan’dan İstanbul’a gitmiş. 1930 yılına kadar İstanbul’da ikamet etmiş. Akrabalarımdan sayılan anne tarafımın Güney Azerbaycan’dan gelerek Van’ın Merkez  Kasımoğlu köyüne yerleştiklerini haber alır. Onları ziyaret etmek için Van’a gelir. Birkaç ay Van’da kaldıktan sonra annem ile tanışırlar. Takdir-i İlahi birbirlerini severek evlenirler.

Hani bir atasözü vardır. Adama sormuşlar nerelisin? “Henüz evlenmedim.” Demiş. Babam da annemi çok sevdiğinden olacak ki tekrar İstanbul’a dönmemiş. Kasım oğlu köyünde ikamet ederek mutlu bir aile hayatı sürdürmeye başlamışlar. Babamın adı İsmail Yenitürk, annemin adı Zeynep Yenitürk’tür. Meslekleri çiftçilik: iki öküz, çit, çubuk, çalış, kazan helal rızık tabiri ile yıllar ilerliyor. Bu arada şunu da belirtmek isterim. İran’da bulunan Şii mezhebine mensup olanların bize verdikleri bir lakap vardır. Küresünni yani bu çerçevede, bu kürede ikametgah etmekte olanlar Sünnilerin Şafii mezhebindendirler diyerek bu lakap verilmiş. Halen Van’da da bizi Küresünni diyerek adlandıranlar vardır. Fakat bizim felsefemizde meshepcilik, ırkçılık, bölgecilik yoktur. Birlik, kardeşlik, sevmek, sevilmek desturu haktır. Birlik yolu paktır ve berraktır. Birlik olanlar için zafer mutlaktır. Sizleri gönül gözü ile selamlayarak hayat hikayemi anlatmaya başlıyorum:

Biz on kardeşiz. Altısı erkek dördü kızdır. Ben kardeşlerimin yedincisiyim. Kardeşlerimden beş tanesi rahmetli oldular. Yıl 1952 Celal Yenitürk olarak Van’ın Kasım oğlu köyünde dünyaya gelmişim. Ben de sizler gibi üç yaşıma kadar dünyayı görerek gülüp oymamışım. Fakat dünyayı gördüğümü pek hatırlamıyorum. Şimdi bana bir hayal gibi geliyor. Dört yaşımda iken bir göz hastalığına yakalandım. Mevsim kış malumunuz o zamanlar devletimiz böyle gelişmemişti. Köy yolları karla kapalı olduğundan gerek kış gerekse fakirlik nedeni ile annem ve babam beni doktora götürememişler. Yöresel olarak köyde yaşlıların yapmış oldukları ilaçlardan gözlerime dökmüşler. Birkaç gün içerisinde gözlerimin durumu daha da kötüye gitmiş, Annem yöresel ilaçları kullandıkları için hep kendisini suçlar, her iki yanağımdan öper ağlardı. Gözlerimde bir ışık renk karaltı, hissedebilecek kadar görme gücü vardı.

Çocukluğumda hüzünlü olduğumu hissetmezdim. Gerek annem, babam ve kardeşlerim gerekse  dost ve akrabalarım gözlerim ama olduğum için beni daha çok severlerdi. Yıllar böyle ilerliyordu. yıl 1961  olmuştu. Gözlerimin tedavisi için Ankara’ya gittik. Doktorlara göründükten sonra bize umut vererek gözlerin açılabilir dediler. Fakat yaşın küçük olduğu için ameliyata dayanamazsın, gidin 15 yaşına girince tekrar gelin dediler. Ankara’dan Van’a geri döndük. Böylece hayatım devam ediyordu. Cenabı Allah bana şuurlu akıl, zeka, kabiliyet ve güzel bir ses ihsan etmiştir. Allaha hamd olsun vermiş olduğu bu nimetlerin sayesinde gelmiş geçmiş aşıkların kitaplarını okutularak hikayeler ve şiirler ezberliyordum. Ayrıca radyo dinleyerek Türk halk müziğini öğrenip söylüyordum.  700 civarında türkü bilirdim. Türkü ile ağlar türkü ile gülerdim. Böylece köyümüzde rahatlıkla arkadaş edinebiliyordum. Her yapılan düğün şenlik bensiz olmazdı. İlle de Celal’ı getirin derlerdi. O zaman türküleri def eşliğinde çalıp söylerdik. Bazen neşelenir bazen de garip bülbül gibi figan eylerdik. Babam birinci dünya savaşına katılmıştı. Sık sık bize anılarını anlatırdı. Anlatış şekli o kadar güzeldi ki anlattığı gibi de dinletirdi. Savaş esnasında sırtına sert bir cisimle vurmuşlardı. Gerçekten elimi babamın sırtına sürdüğüm zaman o sert cismin bıraktığı izi rahatlıkla hissedebiliyordum. Keşke gözlerim görse idi babamın öcünü alabilseydim diyordum. Özellikle Atatürk’ü, Fevzi Çakmak Paşa’yı, Kazım Karabekir Paşa’yı bunlar gibi bir çok büyüklerimizi ve Türk Milletinin yapmış olduğu fedakârlığı, kahramanlığı anlata anlata bitiremezdi. Derdi oğlum sen akıllısın bunları sana anlatıyorum, gelecekte inşallah ya aşık yada hafız olur; Kur’an okursun. Bunları dile getirmeyi unutma çok sev vatanını, milletini, devletini. Her zaman yücelt ay yıldızlı bayrağını, şerefini namussunu, iffetini. Bende hep hatırlarım babamın öğüt dolu sözlerini, halisane niyetini, Annem de vatanını, devletini milletini çok seven dindar bir hanım idi. Ayrıca Kuran hocası idi. Köyümüzde bir çok kişiye Kuran öğreterek hatim ettirmiştir. Hayat su misali akıp gidiyordu. İçimizde büyük bir umut vardı. Doktorlar büyüyünce Ankara’ya gel gözlerin açılabilir demişlerdi. Gözlerim açılacak diye büyük bir sevinçle yaşıyordum. Gayet güzel seksen hanelik bağlık bahçelik tabii güzellikleri olan bir köyümüz vardı. Şarıl şarıl sular akardı bulakta, al kırmızı güller açardı, yanakta, nefret yoktu sevgi vardı gönlerde, dilde dudakta. Köy halkının hepsini de ayrı ayrı seslerinden tanırdım. Köyde yalnız olarak bağa bahçeye tarlaya gidip gelebiliyordum. Köyümüzün yanı başında Karasu denilen bir çay akmaktadır. Özellikle ilkbahar mevsiminde Van Gölü’nden  Karasu’ya balık çıkardı. Ben de arkadaşlarım gibi gider Karasu’dan bir hayli balık tutar eve getirirdim. Tandırda pişmesini bekler lavaş, ayran aşı ile birlikte yemek için sofrasının başına otururdum. Arkadaşlarıma katılarak hayvan gütmeye koyun kuzu yaymaya giderdim. Ayrıca kardeşlerimin yapmış oldukları çiftlikte bazı işlerde kendilerine yardımcı olabiliyordum. Bizim de güzel bir bahçemiz vardı. Köyümüzde en büyük bahçe dayılarımın idi. Dayılarım evlerini köyden Van’a taşımışlardı. Bizim ve onların bahçelerine gözlerim görüyormuş gibi sahiplik edebiliyordum. Bahçelerde bulunan meyvelerin hangisi tatlı, hangisi ekşi hangisi erken hangisi geç yetişir bilirdim. Hep gelip bana sorarlardı. Böylece meyveleri ayırt ederek toplarlardı.

Yıl 1967 olmuştu. Tekrar tedavi için Ankara’ya gittik. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Bankasına beni yatırdılar. Sağ gözün açılabilir, fakat göz tansiyonun çok yüksek şimdi göz tansiyonunu düşürmek için ameliyat yapıyoruz. Tansiyonun düştükten sonra asıl ameliyatını o zaman yapacağız. Bize, memlekete gidin bir yıl sonra gelin dediler. Tekrar Van’a döndük. Bir yıl geçtikten sonra maddi imkânsızlıklardan dolayı Ankara’ya gidemedik. Artık benim için hayat zorluğu başlıyordu. Üzüntüler birbirini takip edecekti. Kul kaderinin peşice gidecekti. 1968 yılı içinde iki ay arayla babam ve annem vefat ettiler. Allahın rahmeti onların ve cümle Müslümanların üzerine olsun. Babam ve annemin ölümleri benim için çok büyük bir üzüntü oldu. Gül gibi açan rengim gazel gibi soldu. İsyankâr olmadan ibadetine devam ederek Allaha şöyle dua ediyordum. Allah’ım bana akıl, zeka, güzel ses vermişsin. Bir de âşıklık ilhamını bana nasip eyle şiirler yazayım, saz çalmayı öğrenerek senin rızan için ben de aşık olarak çalıp söyleyeyim. Hani derler ya;

Aşık naçar ağlama

Gündür geçer ağlama

Bir kapıyı bağlayan

Birin açar ağlama.

Ve nitekim öyle oldu. Aşık-ı hicran yüreğime doldu. Cenabı Allah (cc) bana âşıklık ilhamını verdi. Şiir yazmaya başladım. Ben şiirlerimi duygu ve ilham ile yazarım. İlham gelmez ise istesem bile şiir yazamam. 1970 yılında evimizi köyden Van’a getirdik. Köye çok büyük bir alışkanlığım vardı. Van’a geldiğimizde hiç kimseyi tanımıyordum.

Henüz arkadaş edinmemiştim. Hiç unutmam, yirmi dört saat yatmış olduğum yatağımda günlerimin geçtiği oluyordu. Gönlüme keder hüzün doluyordu. Benim bu halim  kardeşlerimi de gayet üzüyordu. O esnada kardeşlerim bir kahvehane açtılar. Orada kendime hayli arkadaş edindim. Yıl 1970. Tedavi olabilmem için zamanın başbakanı saygıdeğer Süleyman Demirel’e halimi arz eden bir dilekçe yazdım. Dilekçeye cevaben Van Valisi Tekin ALP beni çağırdı. Kızılay Müdürüne gönderdi. Orada bana tedavi olabilmem için biraz yardımda bulundular. Bir miktar da ağabeylerim katkıda bulundular.  Tedavi için Ankara’ya hareket ettik. Muhterem Demirel’in yardımları ile göz bankasına yatırdılar. Kendilerine gönülden teşekkür ediyorum. Göz tansiyonum yine yüksekti. Düşürmek için ameliyat ettiler. Dediler ki seni taburcu edeceğiz. Gidip bir yıl sonra geleceksin. Göz tansiyonun normal sağ gözünde bir ümit yolu var. Ameliyatını o zaman yaparız. Bu beni içten içe yıkmıştı. Çünkü bir yıl sonra gelebilmek için maddi imkânımız çok zayıftı. Bir daha gelemeyebilirdik.  O anda duygulanarak göz bankasında Profesör Doktor Cahit Örgen’e hitaben “Hocam” adlı şiirimi yazdım. Her halde yazmış olduğum şiir hoşuna gitmemiş olacak ki ertesi gün beni muayene edince taburcu olup gideceksin, gidemem gelemem sözlerinden hoşlanmam diyerek beni azarladı. Gam keder içinde yatmış olduğum odadaki yatağın üzerinde düşünüyordum. Bayan doktorlardan biri yanıma gelerek neden böyle üzgünsün diyerek sordu. Durumumu ve Cahit Hoca’nın söylediklerini kendisine anlattım. O ise bana acıyarak ikinci bir hoca Ümit Ümeler var bir de halini ona anlat dedi. Hemen kalkarak Ümit Hoca’nın yanına gittim. Büyük bir tevazu ile beni dinledi. Muayene ettikten sonra seni taburcu etmeyeceğim, asıl ameliyatın yapılsın dedi. Bu cevap beni dünyanın en mutlu insanı etmişti. Göz bankasında iki ay kalarak tedavi oldum. Sağ gözüm ölü gözümden alınan bir parça konularak ameliyat edildi. Eskide nazaran ışığı renkleri daha iyi görebiliyorum. İki ay sonra glokom denilen bir hastalık nedeniyle yine ışık gerilemeye başladı. Ama ben ise muhterem Ümit Hoca’nın yapmış olduğu muameleden dolayı gözlerimi görüyormuş gibi kabul ederek göz bankasından memnun olarak ayrıldım. Ankara’da körler için okul olduğunu öğrendim. Başbakanlığa müracaatta bulundum. 1971 yılı sonuna doğru Gaziantep körler okuluna çağrıldım. Bir buçuk ay kadar körler okulunda kaldım. Yaşım büyük olduğundan okuma yazma öğrenemezsin diyerek Van’a geri gönderdiler. Bu da benim için çok zor bir an olmuştu. Şiir yazmaya devam ediyordum. Benim için tek çıkar yol saz çalmayı öğrenerek ozanlık yapmaktı. Saz öğretecek bir kimse bulamadık. Tek başıma saza sarıldım. Allaha çok şükür çabam sonucu azda olsa biraz saz çalmayı öğrenebildim. Dertli dertli sazın teline vururken benim için en zor yılar başlamıştı.

Yıl 1972 benim yaşıtlarım askere gidiyorlardı. Ben ise bu kutsal görevden mahrum kalıyordum. Bu benim için çok büyük bir üzüntü idi. Ben de vatanıma, milletime kahraman ordumuza olan sevgimi ancak şiirlerimle ifade ederek teselli oluyordum. Ayrıca yine benim yaşıtlarım evlenerek ev bark sahibi oluyorlardı. Ben ise bundan da mahrumdum. Çünkü kendi kanaatimce evlenemezdim. Sebebi ise bir işte çalışmıyordum. Hiçbir kazancım yoktu. Dert ile ganim çoktu. Zaten kendim bile yanında bulunduğum kardeşlerime yük idim. Bu arada şunu belirtmek isterim ki Allah hiçbir kulunu fakirlikle imtihan etmesin. Fakirlik çok zordur. Ateşten bir gölek; giysen yakar, giymesen çıplak kalırsın. Bana sorsalar âşık hayatta en zor dert nedir? Hiç şüphesiz cevabım fakirlik olacaktır. Gam ve efkâr içinde hayatım devam edip gidiyordu. Âşık Celali 364 gün zarar bir gün kar ediyordu. Bir gün şöyle bir şey duyduk. Dediler ki sakatlara iş hakkı tanınıyor. Biz de iş bulma kurumuna giderek gereken işlemleri yaptık.

Nihayet yıl 1974 olmuştu. Sakat ve Mahkumlar işe alınmaya başlandı. Ben ise bir çok yerlere başvurmama rağmen maalesef bir sonuç alamadım. Yine büyük bir bulanıma girdim. Fakat işe geçeceğim diye içimde büyük bir umut vardı. Üzüntülerime rağmen yine bu umudumu sabır ve metanetle devam ettiriyor Cenabı Allahtan bana hayırlı bir iş nasip etmesi için niyazda bulunuyordum. Bu arada bana dediler ki Karayolları 11. Bölge Müdürlüğünde çok değerli bir müdür gelmiş, bir de işin için ona git. Bunu duyunca gerçekten gönlüme bir sevinç doğdu. Eve gelince saz çalıp söylemeye başladım. Duygularımı “efendim” adlı şiirimle Hüseyin Erol Tuga bey’e arz etmek için hazırladım. Ertesi gün Karayollarına gittik. Müdür beyi ziyaret edeceğim dedim. Biraz bekledikten sonra sekreter hanım sen şu odaya gir müdür beyle görüş dediler. İçeri girdiğimde müdür bey bana buyur oğlum bir istediğin mi var diyerek sordu? Ben de sayın müdürüm ben aşığım aşıkların dilekçesi bir şiir olur, müsaade ederseniz şiirimi okuyayım. Hoşgörü ile oku dedi. Kendilerine hitaben iş talep eden şiirimi okudum. Büyük bir tevazu ile dinledi, şiir bittikten sonra personel amirini arayarak, biz karayolları sakat ve mahkumlardan otuz beş kişi alacağız, özellikle bu aşığı da onlarla beraber işe alalım dedi. Müdür beyin bu cevabı beni hayata yeniden dönmüş gibi mutlu etti. Solmuş güllerimin yerinde rengârenk solmayan güller bitti.

Böylece diğer arkadaşlarla birlikte işe alındım. Cenabı Allah devletimizin, milletimizin ve böyle büyüklerimizin eksiklikliğini vermesin. Duygulanarak devletimize, milletimize teşekkür etmek için “Adaletine” adlı şiirimi Hüseyin Erol Tuga bey’e de teşekkürümü belirtmek için “Öperim” adlı şiirimi yazdım. Böylece bir kazanç sahibi oldum. Kendimi gayet mutlu hissederek 1976 yılında evlenmeye karar verdim. Azeri Türklerden olan Gülçiçek adında biri ile severek sevilerek evlendim. Gayet mutlu bir ailem var. Üç kız iki erkek çocuğum oldu. Leyla, Ülkü, Alparslan, Canan ve İsmail, Allaha sonsuza kadar hamdüsena olsun, Allah bizi bizden daha iyi bilir elbet. Benim için böylesi daha hayırlı imiş.

Gerek devletimizin bana vermiş olduğu iş ve görev gerekse okuduğum şiirlerim ile vatanıma milletime hizmet etmeye çalışıyorum. Şiirlerimde mahlas olarak Celali’yi kullanıyorum. Pervane gibi aşk peşinde dolanıyorum. Şimdiye kadar yazmış olduğum şiir 400 civarındadır. Şiirlerimi Türk halk edebiyatı gelenek ve göreneğine göre heceli ve kafiyeli olarak yazıyorum. Genellikle on birlik koşma, sekizlik semai, on beşlik divan şeklindedir. İki tane on üçlük, dört tanede yedilik mani vardır. Hece ve kafiyenin düzenlenmesi için bazı mısralarda harf eksikliği yapılmıştır. Özür diliyorum.

1992 yılında yüzüncü yıl Üniversitesi Öğretim Üyeliğinden Bekir Oğuz Başaran öğrencisi Süriye Coşkun’u göndererek 306 tane şiirimi tez yaptırdı. Gerek Bekir Oğuz Başaran hocama gerekse şu anda öğretmen olan Süriye Coşkun’a gönülden teşekkürlerimi arz ediyorum.

1993 yılında Van Valiliği altmış dört şiirden oluşan Gönül adlı bir şiir kitabı yayımladı. Van Valiliğine gönülden teşekkürlerimi sunuyor, minnettarlığımı arz ediyorum.

İlk Gönül Gözü adlı kitabımın ön sözünü yazan Bekir Oğuz BAŞARAN hocama da gönülden teşekkürlerimi arz ediyorum.

Dokuz bölümden oluşan iki yüz seksen tane şiirimi ‘Gönül Gözü İki’ adlı şiir kitabımda sizlere sunmuş bulunmaktayım. Takdir sizindir.

Çok değerli aziz okuyucularım, muhterem gönül dostlarım, yalnız hatasız Allah’tır, beşer şaşar hatasını kabul eden kul huzurlu  yaşar. Hatalarım için sizlerden özür diliyor, eleştirilerinizi ve uyarılarınızı bekliyor, saygı ve hürmetlerimi sunuyorum. Vücudunuz sıhhatli, yuvanız mutlu, sofranız bereketli, ağzınız tatlı olsun, yardımcınız Hak bahtınız ak gözünüz tok rızkınız çok olsun.

“Yüreğim ve özüm ile,

Sazım ile sözüm ile

İşte ‘gönül Gözüm’ ile

Sizleri çok seviyorum…”

Kaynak: Gönül Gözü

 

Yazarın Diğer Yazıları