Şahin Akçap

ZULME RIZA ZULÜMDÜR!

Şahin Akçap

Der ki tüm kutsal kitaplar... 
Yani Tevrat... Yani Zebur... Yani İncil... Yani Kuran-ı Kerim:
"Zulme ses çıkarmıyorsanız zalimle aynısınız!"
Tevrat'ta bulunan Tanrı emirlerini yayan Musa Peygamber...
Zebur'daki Tanrı nasihatlerini, dualarını, ilahilerini ileten Davut Peygamber...
İncil'de İsa Peygamber...
Kuran'da Hz. Muhammet peygamber yaşadıkları sürece adil olmanın Tanrısal mesajlarını taşıdılar insanlara.
Baskı ve eziyet gördüler... Hayatları tehlike altına girdi... Yurtlarından göç etmek zorunda bırakıldılar... Ama yılmadılar. Mazlumun yarasına mehlem olup, kul hakkı gaspına karşı geldiler.
Dört kitaptan ilki orijinalliğini yitirse de hepsi kullara öğütler, nasihatler, müjdeler, yol göstericiliği yaptı.
Son din İslam bir bütünlük oluşturup: 
"Allahın peygamberlerine ve kitaplarına inanmak..." Diyerek İmanın Şartlarını kullara sundu.
Yani dört kitapta hak ve Tanrı kelamıdır denildi.
1 Mayıs'ta:
"Mülk Allah'ındır!" Pankartını açıp, emek platformunda tüm emekçilerle omuz omuza yürüyünce İslamcı gençler, yukarıda yazdıklarım bir su gibi belleğimden akıp geçti.
Sınıfsal mücadelenin en ateşli süreçlerinde; "İş, ekmek, hürriyet!" sloganlarıyla sömürüye başkaldırdığımızda en önemli kural "Kul hakkını" Bile hatırlarına getirmekten çekinenlerin doğru yolu bulması, emek saflarında buluşması sevindiricidir.
Aslında emekçiler ve emekçi dostu tüm aydınlar,sendikal örgütlenmelerin liderleri artı değer kavramını kitlelere anlatamadı. Kalkan sol eller yığınları korkuttu ve:
"Komünist!" Suçlamasını bir büyük ayıp ve onursuzluk gibi yayan sömürenlerin ekmeğine yağ sürdü.
Yaşar Kemal'in romanlarını almak için lise öğrencisi yaşında amelelik yaptığımı yazmıştım. Okuduğum gazeteleri fark eden patron haftalığımı titreyen elleriyle öderken:
"Yani siz devrimci gençler benim dişimle tırnağımla biriktirip bugünlere getirdiğim iş yerime ve kazanımlarıma ortak mı olmak istiyorsunuz?" Diye sormuştu. Hani duygusal olsam ve tepki koysam, boş laflar etsem amelenin yevmiyesini titreyen bir elle veren patronu ürküteceğim.
Hayır! Ne münasebet. Emekle kazanılan hiçbir değer kazanım sahibinin elinden alınamaz. Emeğin hakkını savunan bizler sömürüden yanayız. Sekiz saatlik iş yerinizde beni on saat çalıştırır ve titreyen ellerinizle yevmiyemi verirken bir de böyle tafralı sözler söylerseniz elbette hakkımı ararım. Bizim mücadelemiz emeğin karşılığını almak ve insanca yaşamak. Hem ben işçi sınıfının yanında okyanustan bir zerre bile kadar değilim. Çünkü ameleyim, örgütsüzüm ve vasıfsız, mevsimlik işçi olarak çalışan bir öğrenci olduğum için de yalnızım. Ama gün gelecek benim gibi kısa yaz tatillerinde bile çalışanların emeğini kimse sömüremeyecek. Sizin malınızda da, paranızda da, pulunuzda da gözümüz yok... Tek muradımız hakkımız almak."
Ertesi gün kulağım hep sesteydi... Ya usta, ya da titrek elli patron çağırıp; "İşine son verdik!" Diyecekler diye bekledim. Tam tersi oldu. İkindi ezanından sonra iş yerine gelen patron bir çuval dolusu kavunu, karpuzu ağaç gölgesine bırakıp, o gün hepimize kavun-karpuz ziyafeti çekti. Arada bir mola verdiğimizde de bahane yaratıp yanıma yaklaşarak Hazreti Ömer'in adaletli yaşamından örnekler anlattı. Hele hele iki mum söylencesi en hoşuma gidendi...
Hazreti Ömer'in iki mumu varmış. Birini devlet işlerini yaparken kullanırmış diğerini de özel işlerinde. Devlet işlerinde kullandığı mumun parasını milletten, özel işlerinin mumunun parasını da cebinden ödermiş. Adı Hüsamettin olan patron olur ya okul zamanı sıkışırsam kendisine rahatlıkla başvurmamı istemişti. Teşekkür etmiştim, işçi babamın zar zor yeten geliriyle geçinmeye devam ettik. Ancak ne zaman Hüsamettin amca ile karşılaşsam durup hal hatırını sordum, saygı gösterdim. İnanıyordum ki kendisiyle söyleştiğimizden sonra daha adil ve hakkaniyetli olmuştu. En son rastlaştığımızda ise çok hastaydı. Mide ameliyatı geçirmiş ve uzun süre hastanede yatmıştı.
"Dünya hali işte... Doğru söylemiş büyükler... Mal da yalan, mülk de yalan. Gel sen de biraz oyalan." Derken kaderci ama her şeye rağmen iyi niyetliydi.
Hüsamettin Bey gibi kara bilinçsizlik yüzünden emek ve alın terini savunanları sermaye gaspçısı görenlerden çok çekti emekçi kesimi. Ancak onlara işin gerçek yüzü anlatıldığında değiştikleri görüldü. İşin ideolojik boyutu dışında helal rızkın sömürüden arındırılması arayışının farkına vardırıldı. Ve detaylı araştırmalar yapıldıkça asıl acımasız sömürünün bir diğer boyutunun sendikal örgütlenmeleri bir süne gibi saran sarı sendikacılık olduğunun farkına varıldı.
Emek üzerindeki sömürüyü "Kul hakkı yemek" Olduğu bilincine varanları asıl ayıltan İslamcı hareketin içindeki Kapitalist zihniyetli dinciler oldu.
Mütevazı bir Hac veya Umre ziyaretinin bile şova dönüştürülmesi renkli basından halka yansıyınca; İslami hak ve hukuk çizgisinde yürüyenler dinin haram olarak belirlediği hoyrat israfın (savurganlığın) farkına vardı. Adalet ve özgürlükler çiğnendikçe, 4X4 ciplerde dinci geçinenler türeyip fink atmaya başlayınca haksızlıklar gerçek İnancı taşıyan yürekleri taşırıp, isyana dönüştürdü.
"Komşusu aç dururken tok yatanlar bizden değil."Diye düşünen imanı bütünler, şaşalı çok yıldızlı otellerde yeni yetme İslamcı zenginlerin düğün ve nişan yaptığını görüp sarsıldı.
Ve bunun gibi sayısız nice örnek bir araya gelince; emekçi kitleyi yanlış yönlendiren sarı sendikacılar gibi, İslamcı değerler içinde de onların iğrenç benzeri din bezirgânları olduğu fark edildi. Bu çelişkiler beklenmedik bir örgütlenmeye neden oldu. 1 Mayıs 2012 tarihinde Taksim Meydanına ellerinde alın teri ve emeğin kurtuluşu için pankartlar açan İslamcı gruplar yürüdü. Sevindiricidir ki onları meydanın aşınası olmuş gruplar içten alkışlarla karşıladı.
Egemen sermaye; karşısında hak isteyen güçler çoğaldığında lümpen proleter dediğimiz emeğiyle üretmeyen kişileri katakulliye getirip, banka hesaplarını kabartıp acımasız pusular, ve kışkırtıcı eylemler düzenler. Veya sendikal örgütlenmeler içine ajanlar sızdırırlar. Örgütlenmeler için de hizipleşmeler ve hizipleşmeler sonucunda bölünüp, parçalanmalara ve hatta birbirine karşı düşman gruplaşmalar yaratır. Bilirler ki örgütsüz kalabalıklar sürüden farksızdır, diledikleri yere sürülebilir ve yönlendirilebilirler.
Türkiye emekçi sınıfı 2012 tarihinde İslamcı tavırcıların katılımıyla yeni bir biçime doğru yol almaya başlamıştır. Çünkü yeni katılımcıların tabanlarındaki güç, bir araya gelmeyi ancak inançsal gereksinimlerinde başarabilen sınıfsal mücadeleye soğuk bakan, çatışmalardan uzak duran tevekkülle kuşatılmış bir tabandır. İşte o tabanın 1 Mayıs2ta Taksim meydanında boy veren öncüleri din kisvesi altındaki siyasi rant peşinde koşanlara ve inancını büyük bir ihtiras içinde yanarak dünya malına dönüştürenlere karşı bir tepki olarak doğmuştur.
Emekçi kitlelerin örgüt liderleri bu yeni resmi iyi değerlendirmeli ve ortaya çıkan mesajları akılcı algılamak zorundadırlar. Sömürüye karşı ortak mücadele platformu oluştururken demokrasi dediğimiz olguyu da "Kimin için demokrasi?" Sorusuna yanıt arayarak irdelemelidir.
Gerek kurulacağı söylenceler arasında olan Kürt İslami Partisi ve gerekse 1 Mayıs 2012 tarihinde Taksim'de:
"Mülk Allah'ındır!" çıkışını yapan ve emekçi kitlelere "Ben de varım!"Diyen İslamcı gruplar, ülkemizdeki siyasal yapıya farklı renkler, alışagelmişliğin ötesinde bir dinamizm katacaktır.
Kim bilir:
"Zulme ses çıkarmayan da zalimdir!" Diye dört kutsal kitabın yüreğinden kopup gelen o ses, bu yeni oluşumlarla çok daha gür ve sıkça duyulacaktır.

Yazarın Diğer Yazıları