Şahin Akçap

Yumuşan ağacının gölgesinde

Şahin Akçap

Hayal meyal günlerdi. Doluştuğumuz minibüsün içinde çocukça sevinçle ayakları bağlanmış adaklık çepici (keçiyi) sımsıkı kavramış, arabanın camdan geriye kaçan yol boyundaki telefon direklerini sayıyordum. Ben keçiye keçi de bana bakıyordu.

 Bir ara açsam keçinin ayak bağlarını ve salıversem tozlu yoldan giden arabanın kapısından, karışıp gitse sağa sola serpişen tarlalardan birine diye düşündüm. Bir ay önce satın aldığında cansız bu simsiyah tüylü hayvancığı saatler içinde adak olarak kestirecekti babam.

 Birden oturduğu yerden arkaya dönen babam sanki düşüncelerimi okumuş gibi:

"Sakın yanından ayırma. Bir kez daha kaçırırsan bulamayız ha!" Diye gürledi.

 Bir hafta önce odunluğa bağladığımız keçi yem ve su vereyim derken ellerimin arasından sıyrılıp, Toprakkale Dağının eteklerinde akıp giden Akköprü deresinin meşeliğine kaçmıştı. O kaçmış, ben ardından kovalamıştım. Ta Karadağın çevresinde tur attırmış, sonunda derenin söğüt ağaçlarının altında kafa çeken şişecilerin eğlendiği bulağın yanına kadar sürüklemişti. Sonunda şişecilerden biri, sert bir topa uçan acar kaleci gibi keçinin üzerine balıklama dalmış yakalamış, ardından da ayaklarını ince söğüt çubuklarıyla bağlayarak omzuma yerleştirmiş:

"Haydi, yeğenim sakın indirme çininden, doğru eve götürüp kapat bu şeytanı."Diye nasihat etmişti.

Eve dönüşte avlunun kapısında merakla bekleyen anacığım ve kardeşlerim keçiyi sağ salim ama kan ter içinde getirdiğimi görünce derin bir oh çekmişlerdi.

İşte o zalim keçiyi minibüsün içinde özgür kılmak için kafamda planlar yaparken babamın tok sesiyle kendime gelmiştim.

Emekçi babamız ne zaman işi ters gitse, ne vakit daralsa mutlaka adak adardı:

"Allah'ım şu işlerim rast gitsin söz sana Çorvanıs'ta Sultan-ı Paye hazretleri türbesinde adak keseceğim."Derdi.

Arabamıza sepetler konmuş, kap kaçak yerleştirilmiş, çullar, kilimler, semaverimiz hazır edilmişti.

Güneş Erek Dağı'nın üzerinden güneye doğru yol alırken, tozlu yoldan Sıhke(Bostaniçi) Köyünün sapağından kıvrılan yoldan iğde ağaçlarını, kavun tarlalarını, bostanları çoktan geride bırakmış, şırıl şırıl akan kanalın yanı başından Çorvanis Köyüne ulaşmıştık.

 Tertemiz dağ havası genzimizi yakarken etrafa dağılmayın diyen babam her birimizin eline araçtan indirdiğimiz eşyaları tutuşturmuş:

 "Adaktan önce dağılmak, top mop oynamak yok… Sabırlı olun… Önce kahvaltı, sonra adak." Demişti.

Her şey babamın planladığı gibi olurken, aralarında bir tek ben olmadım. Kesilecek keçinin çığlığını duymamak, kanına tanık olmamak için yamaçtaki Yumuşan ağaçlarının olduğu yere doğru var gücümle koştum.

Yumuşa ağacı ile ilk tanışık olduğum gün o gündü.

Kocaman sert gövdesi, göğe doğru bir insan eli gibi açılan dalları, sert ve çelik gibi dikenleri arasına serpilmiş meyveleri güneşin ışıkları altında eşsiz bir tablo gibi duruyordu.

 Yüksek denizin bu yüksek rakımında kar sularıyla ve Erek Dağının sert rüzgârlarıyla koyun koyuna yaşayan Yumuşan(alıç) ağacı bizim vazgeçilmez coğrafyamızın güzellerinden biriydi.

 Yumuşanlar sarılı, kırmızılı renklere dönüştüğünde çevre köylüleri tarafından toplanacak, sepet sepet kente taşınacak, çarşıda, pazarda, okul önlerinde bardak hesabı satılacaktı.

 Yüzü yumuşak ve tatlı, içi bol çekirdekli bu dağ meyvesine sarılıp okşadım. Sonra gölgesine uzanıp, gökyüzünde günü selamlayan alıcı kuşları seyrederek, boynu vurulan adaklık keçimi unutmaya çalıştım.

Yazarın Diğer Yazıları