Şahin Akçap

Asker mektupları ve tüfek

Şahin Akçap

Puslu havayı yaran yorgun gölge son bir gayretle ince akan derenin içinden geçip köyün dik yamacına tırmandığında henüz yıldızlar sönmemişti.

 

Bağı çözülen potini su da alınca iyice ağırlaşan ayakları ileriye doğru yürüyüşünü zorlaştırıyordu. Sırtında iki tüfeği vardı. Arada bir omzundan kayıp düşmek üzere olan tüfekleri silkelenip omzuna sıkıştırıyor sonra tekrar yola koyuluyordu.

 

Köyün yoksul evlerinin kiminin dar ve küçük pencerelerinden belli belirsiz sızan sarı ışıklar biraz sonra okunacak sabah ezanına kalkan yaşlı köylülerin namaz hazırlığını işaret ediyordu.

 

Son bir gayretle tozlu çakıllı köy yolunu aşıp toprak damlı evi çevreleyen kerpiç duvarlarla çevrili avludan içeri girdi. Sabahın alacasında gelen üstü başı dökük, yorgun ve mecali tükenmiş asker evin tahta kapısını hafifçe iterek içeri süzüldü.

 

Ayak sesi bir köşedeki tahta sedire döşek atıp kıvrılmış yaşlı kadının irkilerek uyanmasına neden oldu:

 

“Sen misin oğul?” Diye seslendi.

 

Omuzlarındaki tüfekleri indiren yorgun asker:

 

“Benin ana. Ses etme. Uyuyor mu benim civanım?”Dedi usulca.

 

Yerinden fırladı kadın. Ayakta bir gölge gibi duran askere sarıldı:

 

“Rüyada mıyım? Sensin değil mi?”Dedi bir kez daha.

 

Asker ve anası sımsıkı sarıldılar birbirlerine.

 

Kenardaki minderlerden birine çöktü asker.

 

“İzinli geldim ana döneceğim.”Dedi.

 

Yaşlı kadın duvardaki gaz lambasının fitilini biraz daha yukarı çekip odanın ışığını çoğalttı.

 

“Sensin rüya değilmiş Allah’ıma şükürler olsun.”Diye bir kez daha sarıldı askere.

 

“Bir iki saatlik zamanım var. Civanıma tüfek sözü vermiştim. Son çatışmada arkadaşlarımın çoğu şehit düştü. Tüfeklerden biri ordu malı… Diğeri düşman askerinden aldığım. Birini bırakacağım civanıma verirsin. Babam dediydi de sözünde durmadı demesin.”

 

Ana, oğul ağlaştılar... Ocağın küllenmiş ateşini eşeledi kadın. Bir iki kuru dal atıp harladı üstündeki sacayağına su dolu çaydanlığı sürdü.

 

“Gitmezsen oğul. Geldiğinden haberi yoksa oradakilerin gitme kuzum.”Dedi ana.

 

“Orada hala arkadaşlarım siperde. Gitmezsem ahirette nasıl bakarım yüzlerine. Hem biz oralara dönmek için gitmedik ana. Şahadetimiz orada yazılı.”

 

Yaşlı kadın hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Yorgun asker ellerine sarılıp öptü:

 

“Gözyaşın sel edip koyma önüme ana. Bak kaderde son bir kez yüz sürmek varmış ellerine. Bir de civanımın saçlarını okşadım mı bundan büyük armağan olmaz diye şükredeceğim. Hem sana bir iki mektup yollamıştım eline ulaştı mı?”

 

Oturduğu yerden seğirtip kalktı yaşlı kadın. Duvara dayalı yüklüğün içindeki tahta kutudan iki zarf çıkarıp uzattı oğluna:

 

“Geldi oğul. Muhtara vermiş atlı postacı. Mektup toz toprak içindeydi. Oku dedim muhtara şöyle bir baktı sağlık ve selamet haberi var koca kadın diye elime tutuşturdu.”

 

Mektupları evirip çevirdi yorgun asker:

 

“Varmaz demişlerdi. Çanakkale’’den Gelibolu’ya bu mektuplar varmaz. Asker mektupları o cehennemden çıkıp ulaşmaz. Bak gelmişler işte.”

 

Mektupları tekrar yaşlı kadına verdi.

 

“Bunlar civanıma asker babasından yadigâr kalsın ana. Tüfeği de bir güzel sarıp sarmala yüklüğe sakla. Biraz büyüsün oğlum sonra ver. Öksüzüm babam sözümde durmadı demesin.” Dedi.

 

Sabah güneşinin ilk ışıkları görünmeye başlamıştı. Anasının demlediği çaydan içti, yağ sürülmüş ekmeğinden yedi. İç odada uyuyan küçük oğlunun kıvırcık saçlarını okşadı uyandırmadan. Sonra anasıyla helalleşip evden avluya çıktı:

 

“Kimse bilmesin ana. Firariye çıkar da adımız arlanırım. Sen bir rüya gibi düşün bu olanları. Hakkını helal et. Öksüzüm sana emanet.”

 

“Gitme oğul. Kal bir süre. Düşmüştür çatışmada bir dereye diye unuturlar seni.” Dedi son bir çırpınışla yaşlı kadın.

 

“Aklınla yüreğin çatışır ana. Hayır duanla yol ver gideyim.”Dedi asker. Ellerine sarıldı anasının. Ordu malı tüfeğini omzuna vurup fırladı avludan.

 

Köyün kurulu olduğu yamaçtan aşağıya doğru bir ışık huzmesi gibi akıp gitti.

 

Yaşlı kadın rüyadaymışçasına yaşlı gözlerini ovuşturdu. Sonra duvara dayalı ecnebi tüfeğini yüklükten aldığı örtüye sarıp sarmalayıp yine yüklüğe yerleştirdi.

 

Tozu toprağı hala üstünde duran asker mektuplarını öpüp küçük tahta kutuya yerleştirdi.

 

Yorgun asker çoktan köyünü gerilerde bırakmış kim bilir hangi siperde bıraktığı silah arkadaşlarının olduğu cepheye koşuyordu. 

Yazarın Diğer Yazıları