Şahbettin Uluat

Van'a Kar Yağıyor...

Şahbettin Uluat

Van'a kar yağıyor. Çocukluk günlerimizde yağdığı gibi yağıyor.

Her biri beş yüz ya da bin metrekarelik arsalar üzerine kurulmuş, iki bütün bir yarım kerpiçle yapılmış toprak damlı evlerimizin olduğu zamanlar gibi yağıyor.

Evlerimizin önünde antrelerin, arka taraflarında duvara dayanmış, sağlam ağaçlardan yapılmış merdivenlerinin olduğu zamanlar gibi yağıyor.

Tuvaletlerin evin dışında olduğu, dolayısıyla öncelikle kürekle tuvalete giden yolun açıldığı zamanlar gibi yağıyor.

Çarşıdaki marangoz dükkânlarında mejrefe, tahta kızak satışlarının tavan yaptığı zamanlar gibi yağıyor.

Eski Vali Konağı'nın yanındaki tepeden kayan olur muydu tam hatırlamıyorum ama daha aşağıda, Hacıbekir Caddesi'nden Hüsrevpaşa İlkokulu'na doğru olan sokakta kızak kayılırdı.

Her mahallenin kendine göre kızak yerleri vardı.

Şimdiki Hayat Hastanesi'nin bulunduğu sokak bu iş için bulunmaz bir yerdi. Orada Ğume Abla olarak bildiğimiz bir kadının evi vardı. Bu yüzden tepeye biz o sokağın çocukları Ğume'nin Tepesi derdik.

Parası olan çocuklar kızaklarını marangoza yaptırtır, altına da ona uygun inşaat demiri taktırırlardı ki, o kızaklara bu donanımlarından ötürü balıksırtı derdik. Parası yetmeyenler, buldukları tahta parçalarını kullanarak kendi kızaklarını kendileri yapar, altına da teneke çember çakarlardı.

Şimdiki gibi güzel, ucuz, sağlam kışlık botlar, ayakkabılar yoktu. En azından biz, aşağı mahallenin çocukları için yoktu. Diğer mahallelerde durum nasıldır bilmezdik.

Durumu iyi olanlarımız lastik çizme giyerdi, onu bulamayanlar da hotto olarak tabir edilen lastik ayakkabıları. Tepede kızak kayarken ellerimiz, ayaklarımız, yanaklarımız soğuktan hissedemez hale gelirdi. Beklerken ayaklarımızın birini kaldırır, birini indirirdik.

Yine de, özellikle hafta sonları akşam karanlığı çökünceye kadar tepeden ayrılmaz, kızak kayardık. Kayarken çarpışanlarımız, yuvarlanıp düşenlerimiz olurdu. Deliler gibi gülerdik.

Van şehir merkezinde atlarla çekilen kızaklar gördüğümü de hatırlıyorum. Henüz motorlu taşıtlardan daha çok hayvan gücüyle çekilen arabaların olduğu günlerdi.

Eski Belediye Garajının bulunduğu yerle Sosyal Meskenler arasında bir yerde yaşardık. Gerçi o günlerde meskenler de henüz inşa edilmemişti.

Evimizden çıkıp Atatürk Lisesi'nin orta kısmına, İskele Caddesi'ne yaya giderdik. O yıllarda yaşanan bir depremden sonra Kazım Karabekir Ortaokulu'na geldik, oradan mezun olduk.

Dönüşte yüzümüz gözümüz atkı ile sarılı olduğu halde Erek Dağı tarafından esen rüzgâr suratımıza soğuk cam kırıkları gibi çarpardı. Eve ulaşıncaya kadar gözlerimizi zor açar, yüzümüzü hissedemez hale gelirdik.

Eve ulaştığımızda da ilk yaptığımız iş çizmelerimizi ya da ayakkabılarımızı ve yün çoraplarımızı çıkartıp sobaya yakın bir yerde oturup ayaklarımızı uzatmak olurdu.

Bugünlerde yaşadığımız zemheri zamanları soğuğun kapı, pencere aralarından üfleyip durmasını önlemek mümkün olmazdı. Elimize geçen bez parçalarıyla, eski kilimlerle bunu durdurmaya çalışırdık.

Rüzgârın ters taraftan estiği zamanlarda dumanı içeri doğru savurunca dama çıkıp bacanın bir yanını kapatmak zorunda kalırdık.

Damdaki karları mejrefelerle (kar küreği) itekleyip aşağı atardık. Sonrasında da, eğer kar durmuşsa ağaç dallarından yapılmış sekavül (bir tür süpürge) ile ya da süpürge ile kalanları damdan ve saçak kenarlarından süpürür, öyle aşağı inerdik.

Bir sonraki sabah yapılacak ilk iş de evin ön ve arka kapılarına biriken karları kürekle, mejrefeyle temizleyip yolumuzu açık tutmak olurdu.

Durumu iyi olan kimseler kış boyu damlarına yağacak karı temizlemek için belli bir ücret karşılığında karcı tutarlardı. Karcılar kar yağdıkça gelip damlardaki karı temizlerlerdi. Anlattığına göre babam da, Karayolları'ndaki işine girmeden önce karcılık yapmıştı. Yağışın bol olduğu zamanlarda, döne döne aynı evlerin karını attığı, uzun saatler boyunca eve gelemediği de olmuştu.

O günlerde bizimle yaşamakta olan rahmetli kevenni (ekmekçi) anneannem Cazı (biz Gezi olarak bilirdik) "oğlum sen hiç kendine acımıyor musun? Biraz dinlen." dediğinde, "anne, ne yapayım, işim bu, kazancımı helal etmeliyim" diye karşılık vermişti.

O günlerde çarşıda bulunan dükkânlara ulaşabilmek için insanların tüneller açmış oldukları da bize anlatılanlar arasındaydı.

Yine o günlerde aç kurtların şehir merkezlerine sıkça indikleri de büyüklerimiz tarafından sıkça söylenirdi.

***

Şimdi Van eski Van değil, artık bir büyükşehir. İlçelere ayrılmış, evleri, caddeleri, sokakları değişmiş, kalabalıklaşmış. Toprak binalar ve bahçeli evler yerini apartman bloklarına bırakmış.

Cadde ve sokakları yoğun taşıt trafiğini karşılamakta güçlük çeker hale gelmiş. Sokaklarında kızak kayanlar kayıplara karışmış.

İnsanlar çok katlı, doğal gazla ısınan evlerinden dışarı çıkmaya çok fazla istekli değil. Gençler akıllı telefonlarla, bilgisayarlarla, İnternet'le tanışmış. 

İyi yalıtılmış kapı, pencereler artık soğuğu pek çok evde içeri üfürmüyor. Üfürse de içerideki sıcakla baş edemiyor.

O günlerden bu güne şehirde büyük değişmeler var.

Artık pek çok evde eskiden bulunan tandır evleri, ahırlar yok. Şehir merkezinde inekçilik, sütçülük yok.

Sokaklarda atlar, eşekler yok. Şamranaltı Mahallesi'nden çarşıya, Cuma namazına eşekle gelen efendiler yok.

Yüksek beton binalar var. Otoparklarda, binaların önlerinde dört gündür yağan karın altında kalmış arabalar, evinden dükkânına arabalarla gidip gelen insanlar var.

Şimdi artık gelişen Van'da o günün yerli insanlarından çok, yeni Vanlılar var.

Van'a kar yağıyor.

Yazarın Diğer Yazıları