Ümit Kayaçelebi

Tribünlerde bir efsane Amigo Orhan

Ümit Kayaçelebi

"Mithatpaşa'da büyük mücadele. Beşiktaş amigosu taraftarlarını mütemadiyen teşvik ederken, Eskişehir'in milli amigosu Orhan da Kırmızı Şimşekleri ayağa kaldırıyor."

1968-69 sezonunda Beşiktaş ile oynanan şampiyonluk mücadelesinden bir anons bu.

Maçı alan, 2 gol atan Eskişehirspor'dur. Lig ikincisi olmayı başarır.

Bu ve önceki başarılarda Eskişehirspor'un yönetimi, futbolcuları kadar ve - bazılarının söylediğine göre, daha fazla payı olan ise bozkırlı taraftarlardır.

O taraftarların başında, "dünyanın en büyük orkestra şefi "olarak anılan, DSİ'de memurluk yapan, maçı sunan spikerin, karşılaşmanın ilk 10 dakikasında adını iki kez andığı Amigo Orhan vardır.

Tek el hareketiyle bütün tribüne aynı anda ayağa kaldırmak, sessizliğin içinden büyük tezahüratlar yaratmak onun işidir.

Dakik ve titiz

İstanbul'daki üç büyüklerin hakimiyetinin tartışılmaz olduğu yıllarda kurulan ve oynadığı ilk sezonda birinci lige çıktıktan sonra liderlik yarışına katılan bu Anadolu takımının unutulmayan ismi ile Eskişehir'de buluştuk.

Futbolun taraftarlarıyla, tribünleriyle de gündeme geldiği bir dönemden geçiyor Türkiye.

Ama sohbetimizi şekillendiren sadece bu değil elbet. 77 yaşındaki tribün emekçisiyle taraftarın ne olduğunu, neler yapabileceğini, Eskişehirspor'u yaratan ruhu konuştuk.

Porsuk çayı kenarında müdavimi olduğu cafede mütevazı bir "efsane" karşılıyor beni.

İlk karşılaştığımız anda, verilen söze ve dakikliğe ne kadar önem verdiğini hissettiriyor. "Aferim zamanında geldin, yoksa yanmıştın" diyor biraz nükteyle.

Orkestra şeflerinin bir özelliği olmalı bu diye düşünüyorum. Dakik ve disiplinli olmak...

"İstanbul'un hegemonyasını yıkmak için yola çıktık"

Karşımda 1965-70 yılları arasında oynanan her maça damgasını vuran, Fenerbahçe'den "transfer teklifi" alan, Türkiye'nin ilk amigosu var. Ama ne başarılarından konuşmaktan hoşlanıyor ne "ben" demekten ne de fanatizmden.

Yaşını söylerken, "Ana doğumu 1936 ama o zaman savaş var; 1938 yazılı" diyor Orhan Erpek.

Türkiye'nin o dönem içinde bulunduğu atmosferden söz açarak başlıyor konuşmaya: "1961 Anayasası büyük bir özgürlük ortamı yarattı. Dünya sanatıyla edebiyatıyla, felsefesiyle tanıştık; kapitalizmin ne olduğunu daha iyi anladık. O arada Eskişehirspor kuruldu 1965 yılında. Biz de İstanbul'un hegemonyasını yıkmak için yola çıktık."

İstanbul'un, üç büyüklerin tribünleri nasıldı diye soruyorum.

"O zaman sadece Fenerbahçe, Galatasaray var. Ama onlarda da tribün kültürü yoktu. Seyircinin tek ortak noktası gol diye bağırmaktı." diyor.

Es es es, ki ki ki

Eskişehirsporlu taraftarın farkını soruyorum. Bunu sorarken, sohbetimiz sırasında DSİ'deki ofiste bestelendiğini öğrendiğim, çocukken gittiğim maçların ünlü "Es-es-es ki-ki-ki" tezahüratı kulağımda.

"Tribünde tek sestik." diyor Amigo Orhan. Tek vücut olmamız gerektiğini herkese tek tek konuşarak anlattık. O tezahüratlar öyle yapıldı. Ruh bütün şehre yayılmıştı üstelik. İhtiyarlar stada gelmiyordu ama dua ediyordu örneğin."

Şehrin çamurlu yollarını aşıp stada gelenlerle sınırlamıyor taraftarı. "Koskoca bir Eskişehir halkı vardı arkamızda. Köyleriyle, mahalleleriyle... Bütün şehir mücadele ettik."

Ama diyorum yine, de bir başkası çıksa tribünler onun sözünü dinler miydi?

"Elbette" diye yanıtlıyor, "Benim yerimde başkası olsa da yapabilirdi. O dönemle ilgili bir şeydi bu."

"Geleni çiçeklerle karşılıyorduk"

Üç büyüklerin taraftarının kırmızı-siyahlardan nasıl taraftar olunacağını öğrendiğini anlatıyor sonra: "Bir de İstanbul'a bir futbol seyircisinin neler yapması gerektiğini öğrettik. Onlar da bizi gerçekten takdir ediyorlardı. Amaç gol diye bağırmak değil, futbolcuların adrenalinini yükseltmek, onları motive etmek ve bunu komple bir şekilde kontrollü olarak yapmak."

Bunu nasıl başardıklarının formülünü verirken zorlanıyor. Anlıyorum ki taktikler, stratejiler girmiyor bu ruhun içine. Ama öyle ki, maç aldırıyor bu inanç.

"Bizim görevimiz oyuncuları ateşlemekti. Örneğin takım 1-0 mağlup, bir durgunluk çöküyor. Orada hızlandırıyorduk. Öyle öyle maç aldırdık. Eskişehirspor'un büyüklüğü taraftarından geliyor zaten. Biz İstanbul'a gittiğimizde, bizi görmek için gelenler olurdu maçlara. İstanbul'da o zamanlar böyle şeyler yoktu. 25-30 kişilik gruplar vardı sadece. Buraya gelenler korkarak geliyordu o zamanlar. Stadyum doluydu ve üzerlerinde büyük bir baskı oluyordu."

Bugünkü tribün ortamıyla o zamanlar arasındaki farkı soruyorum. "Bizde centilmenlik vardı. Biz geleni gideni çiçeklerle karşılıyorduk" diyor.

"Sporun olmazsa olmazı centilmenliktir. Küfür etmezdik. Küfür etsek Türkiye bize böyle sempatiyle bakmazdı. Son zamanlarda bize küfür etmeye başlamışlardı, biz karşılık olarak sloganlarımızı söylüyorduk" diye anlatıyor tek nefeste.

Kendi görevinin sadece takıma motivasyon vermek değil aynı zamanda taraftarlar arasındaki gerilimi düşürmek de olduğunu söylüyor. "En ufak bir gerginlik olsa hemen araya girerdim," diyor.

"Halk her yerde siyaset yapmalı"

Şimdiki taraftar gruplarına ise biraz mesafeli.

Önemli bir kısmının "çıkarlara oynadığını" düşünüyor. "Bizim zamanımızda çıkar yoktu, ruh vardı. Şimdi kombine kapayım istiyor, başka şeyler peşinde bir kısmı ama Çarşı daha farklı. Hem politik hem de sportif."

Amigo Orhan, iktidarların, politikacıların futbola siyaset karıştırmamaları gerektiğini, ama taraftarın politik olabileceğini söylüyor.

Hatta "olmalı" diyor: "Vallahi halkın biraz siyasetle uğraşması lazım her alanda. Biraz geç kaldık. Siyasetten kopmak boş boş yaşamak gibi. Çünkü hayatı yönlendiren şey siyaset."

Son günlerde tribünlerdeki taraftarların Gezi Parkı protestolarının televizyona yansımadığını söylüyor. Amigo Orhan tezahüratların duyulmamasını ve spikerlerin aktarmamasını eleştiriyor. "İşine gelenleri veriyorlar," diyor.

Stadyumlarda Mısır'daki darbe karşıtlarının sembolü olan Rabia işareti yapıldığı gibi, Gezi Parkı için de slogan atılabileceğini söylüyor.

Aksinin "çifte standart" olacağını vurguluyor. "Bu halkın en doğal hakkı" diyor, bu yönde konan yasakları anlamsız buluyor.

1965'te girdiği tribünden 1970'de çıkmış Amigo Orhan.

Nedenini kısa birkaç cümleyle açıklıyor: "İstanbul bu işi bozmak için çok uğraştı. Büyük sermayenin gelişiyle fanatizm körüklendi. Çünkü işin içine ekonomi girdi, pazarlama girdi. Sonra kendi dünyamıza döndük."

Kaynak: Rengin Arslan

Yazarın Diğer Yazıları