Şahbettin Uluat

Bir zamanlar sinema…

Şahbettin Uluat

Pek çok insan gibi ben de çocukluk zamanlarımın filmlerini izlemeyi, şarkılarını dinlemeyi severim.

Fırsat buldukça ve rastladıkça onların kanatlarına takılır hem çocukluğuma hem çocukluk günlerime geri dönerim.

Beyaz perdede kocaman görünen ve pek çoğu kalplerimizde o perdedeki görüntüleri kadar kocaman yerler edinen filmlerin ve artistlerin de, ilk gençlik duygularımızın önüne düşüp duruma göre bahar rüzgârları ya da fırtınalar estiren şarkıların ve şarkıcıların da bugünkü varlıklarımızda izleri, tozları olduğuna inanırım.

Belli günlerde sinemalardan gösterim öncesi şehir merkezine yayılan İntizar, Duydum ki Unutmuşsun Gözlerimin Rengini, Kıskanırım Seni Ben, Damarımda Kanımsın, O Ağacın Altı, İstanbul Sokakları, Esterabim, Şaşkın gibi şarkılarla Orhan Gencebay’ın ve sonraları Ferdi Tayfur’un eserleri çok belli etmeseler de, geleneksel yaşam çemberi içinde gençliklerini sürdüren pek çok kadını ve erkeği ciddi anlamda etkilediler.

Çoğumuzun kartpostal resimlerinde gördüğü, hayalini kurduğu İstanbul’u, o şehirdeki farklı yaşam tarzlarını siyah beyaz ve renkli sahnelerle bizlere ulaştırdılar. Yoksul ve orta sınıftan sinemaya gidebilen herkesin dünyasını az ya da çok genişlettiler.  

Bunu Anadolu’nun her yerinde yaptılar.

O filmler, meraklılarını evlerde toplanıp cenk ve âşk kitaplarının okunduğu zamandan bir başka zamana taşıdılar. Bunu yaparken sözlü edebiyatın hikâyelerinde dantel gibi işlenmiş cümleleriyle sürekli ateş atarak canlı tuttuğu hayal güçlerimizi çaktırmada sinemaların dış kapısının önüne bıraktırdılar. Hayallerimizin canlı renklerini pastel renklere dönüştürüp ikinci plana ittiler. Bir kısmımızın hayal dünyalarına o artist ve aktrisleri yerleştirdiler.

O günden sonra anlatıcının öyküsünü herkes kendi zihin dünyasında farklı yorumlayamayacak, boşlukları kendi bildiğince dolduramayacaktı. Buna gerek kalmamıştı öykünün nesi var nesi yok zaten ayrıntılarıyla beyaz perdenin üzerindeydi.  

Sinema her şeyi hazır olarak sunuyor, izleyici de perdeye düşen her şeyi ayrıntılarıyla görüyordu. Ne var ki, herkes filmin hikâyesinden de, gözünün önüne gelen diğer detaylardan da alabileceği kadarını alıyordu.

Yapımcıları, yönetmenleri ve oyuncuları Türk sinemasının yabancı sinemalarla kıyaslanınca düşük bütçelerle çekilen filmlerinde daha çok duygularımıza hitap ettiler. O güne kadar kütüphaneden alıp okuduğumuz Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkand, Oğuz Özdeş romanlardaki aşkları beyaz perdeye taşıdılar.

Saf, temiz yürekli, sulu gözlü Anadolu insanına hitap eden filmlerle kalabalıkları sinemalarda toplamayı başardılar.

*

Bu hafta bir televizyon kanalında o filmlerden birini izledim.  Başrollerinde Genç Kadir İnanır’ın ve Genç Hülya Koçyiğit’in oynadığı Üç Arkadaş filmini.

İzledim ve ilk izlediğim günlerdeki gibi duygulandım.

Filmde biri Ermeni kökenli üç yoksul arkadaşın kendi yoksulluklarına bakmadan kendileri gibi zorda olan bir kör kızın görmeyen gözlerini görür kılmak için gösterdikleri çabalar anlatılıyordu. Doğal olarak parayı bildik yollardan bulamayınca riske girip yanlış işler yapıyorlardı.

 Kadın ameliyat sonrası daha önce yüzlerini görmediği bu arkadaşlara ulaşmaya çalışıyor ama engellerle karşılaşıyordu.  Aranan üç arkadaş da duygusal davranıp sonradan zengin ve şöhretli biri olarak buldukları kadından uzak duruyorlardı.

Ve film mutlu sonla bitiyordu.

O günlerdeki Türk filmleri biz erkek çocukların ayaklarımızı yerden kesen, bir kısmı sinemaskop olan büyük masraflarla çekilen, çok fazla figüranı ve aksiyonu olan Ben Hur, Spartaküs gibi yabancı filmler kadar yüksek bütçeli değillerdi. Ancak bu izleyiciler için sorun teşkil etmiyordu.  

Anadolu’daki sinema seyircisinin büyük bir çoğunluğu, duygularına bildiği dilden dokunan bu filmlerle yetinecek, mutlu olacak kadar alçakgönüllüydü.

Yazarın Diğer Yazıları