Şahbettin Uluat

Dağlar dağlar

Şahbettin Uluat

Şehirlerin sevdalıları olduğu gibi dağların da sevdalıları vardır. Biz onları iyi tanımıyorsak bilmeyiz ama bir kez tanıştık mı bu yanlarını hemen görürüz.

Tanıdığım ve dost olduğum o dağ ve yayla sevdalılarından bir tanesi rahmetli Hüseyin Görentaş’tı.

Hüseyin Ağabey’le deprem sürecinde birlikte kaldığımız Erzurum Hizmetiçi Eğitim Enstitüsü’nde tanışmıştık.

Birlikte katılmış olduğumuz iki günlük bir tur gezisinin programında Trabzon Ayder Yaylası da vardı.

O gezide ilk gün Akçaabat’a, Trabzon’a, Sümela Manastırı’na, Uzungöl’e uğramış, geceyi de Rize Çayeli Hizmetiçi Eğitim Enstitüsü’nde geçirdikten sonra ikinci günün de tamamını Batum’da tüketmiştik.

Dönüş yolunda yeniden Trabzon’a geldiğimizde hava çoktan kararmıştı. Araç şoförü ile tur rehberliğini yapan öğretmen arkadaş o saatten sonra Ayder Yaylası’na gitmenin anlamlı olmayacağını söyleyerek programdan çıkardıklarını bildirdiler. Bir iki hayıflanma dışında araçta bulunanlar bunu kabul etmiş görünüyordu ki, aracın orta kısımlarından, yan tarafımdaki koltuktan ciddi bir tepki geldi.

“Madem programımızda var, gidelim arkadaş, niye iptal ediyorsunuz?”

Sesin sahibi Hüseyin Ağabey’di. Ciddi ve gergindi.

Rehber arkadaşımız ayağa kalktı. “Arkadaşlar, gerçekten bu saatten sonra Ayder Yaylası’nda görülebilecek bir şey yok. Vakit geç oldu. Şoförümüz de yorgun; keşke biraz erken gelseydik giderdik ama geç de kaldık, git-dön bayağı zaman alacak, kusura bakmayın” dedi ve yerine oturdu.

Bu Hüseyin Ağabey’i ikna etmemişti. Hemen önündeki koltuklarda oturan tesis görevlisi iki bayan arkadaşı uyararak;

“Kızlar, haydi siz de amcanıza yardımcı olun. Görmek istediğinizi söyleyin. Beni dinlemediler, belki sizi dinlerler,” diyerek yeni bir girişimde bulundu. Biraz ısrar etti.

Kızlar birbirlerine baktılar, sonra karşılarındaki adamın ne kadar ciddi ve istekli olduğunu görünce bir süre kendi aralarında konuştular.

Hem yardımcı olmak istiyor, hem de utanıyorlardı. Sonunda bir tanesi ayağa kalktı, “hocam, aslında biz de görmek istiyoruz, keşke yaylaya gidebilseydik,” dedi ama bu da sonucu değiştirmedi.

O sıra sağına soluna bakan Hüseyin Ağabey bana döndü.

“Ya, hoca sen de bir şeyler söyle…”

Ben de işe yaramayacağını düşünüyordum. Otobüstekilerin çoğunun durumu kabullendiğini, aracın da zaten epeyi yol alıp uzaklaştığını söyleyerek onu sakinleştirmeye çalıştım.

Yine de diken üstünde gibiydi. Renkli gözleri ışıl ışıl parlıyordu.

“Hocam, ben bu geziye daha çok o yaylayı görmek için katıldım. Ben dağlara ve yaylalara hayranım. Defalarca Artos Dağı’na ve yaşadığımız çevrede bulunan diğer dağlara gitmişliğim vardır. Herkesin nasıl bir merakı varsa benim merakım da budur,” sözleriyle başlayarak bu konudaki düşüncelerini, deneyimlerini anlattı.

İlk kez o yolculukta yakınlaştık Hüseyin Ağabey’le. Sonraki zamanlarda sık sık birlikte olduk.

Erzurum’da iki kere birlikte Palandöken Dağı’na, bir kere de tarlalardan, köy yollarından Ilıca tarafından Havaalanı bölgesine gittik.   O yolculuğumuzda yolun bir yerinde sağanak yağmura yakalandık. Çamurlar içinde koşarak köy iken mahalle statüsüne alınan bir yerleşim yerine, oranın kahvehanesine ulaştık. İkişer çay içtikten sonra belediye otobüsüyle Erzurum merkeze döndük.

Mayıs ayının sonlarında yaptığımız Palandöken gezilerimiz benim için her anlamda ufuk açıcıydı. Uzun yıllardan sonra ilk kez dağlara çıkıyordum. Bir keresinde akşama yakın bir zamanda Ejder Tepesi olarak bilinen zirvenin karşısındaki zirveye çıkmıştık. Onun niyeti bir de o meşhur tepeye tırmanmaktı. Ancak vakit geç olduğu için bunu yapamamıştık.

Sonraki zamanlarda havanın da çok güvenilir olmadığı bir günde yeniden denemek istedi. “Haydi, gidelim” dedi.

Benim fileli spor ayakkabılarım ıslak zeminde çıkmaya elverişli değildi ancak o günlerde bizimle aynı tesiste kalan ve kendisi de dağcı olan bir Bulgar gençle tanıştırdım kendisini. O gence dağa gitmek isteyip istemediğini sordum. Genç dünden razıydı.

Hüseyin Ağabey bana “yahu, ben bu adamın dilini de bilmiyorum, nasıl edeceğim!” demiş olsa da hafif yağışı göze alarak onunla, o gün Palandöken’e gitti. Akşam da oldukça mutlu bir şekilde döndü. Bulgar dağcı genç tırmanışlarda kullandığı, buralarda bulunmayan baston gibi bir tırmanma malzemesini kendisine hediye etmişti ki, o da ayrı bir güzellikti.

Son görüşmelerimizin birinde Edremit’te kaldığını ve bir gün birlikte Edremit’in dağları için de plan yapmamız, buluşmamız gerektiğini söylemişti.

Ben ağır davrandım, onun ömrü vefa etmedi. Olmadı. 

Genç sayılacak bir yaşta aramızdan ayrıldı. Mekânı cennet olsun.

Yazarın Diğer Yazıları