Şahbettin Uluat

12 Eylül'e giderken

Şahbettin Uluat

Gizli eller çalışıyordu.

Hem maskeli, hem gölgedeydiler.

Memleketin hassas meme uçları keşfedilmiş, ele geçirilmişti. O uçlar ikiden fazlaydı ama esas olarak iki tanesiyle ve onların türevleriyle oynanıyordu.

Onlarla oynandıkça memleket sağa sola kıvranıyor, çatışmalar meydana geliyor, insanlar yitiriliyor, korku şehirlerin sokaklarını akşamla birlikte ele geçiriyordu. Pek çok insan gün ağarmadan evlerine çekiliyordu.

Pek çok yerde ve pek çok vakit kullanılan bir geçer akçe vardı oynayanların elinde. Gençlik.

Gençlik iyi niyetliydi, temizdi, saftı. Gençlik duyarlıydı, hareketliydi, kıvraktı.

Onları meydanlara, sokaklara sürmek gerekiyordu. Onların bulundukları yerlerde mesela üniversitelerden başlayarak liselerde ve daha aşağı seviyelerde kıvılcımlar oluşturup yangınlar çıkartmak gerekiyordu.

İyi niyetli, temiz, saf, duyarlı, hareketli ve kıvrak gençliği harekete geçirecek yemleri bulmak kolay olmayacaktı. Kuvvetli yemlerle iri yarı olanlar yemlenince onlar zayıfları kolaylıkla peşlerine takabileceklerdi. Belli bir çoğunluğu sağladıktan, belli bir gücü ele geçirdikten sonra geride kalan direnenleri de hafiften zor kullanarak toplamak kolay olmayacaktı.

Bu ülkede vatanına, milletine, bayrağına ve dinine bağlı, duyarlı bir kesim her zaman vardı.

Onların karşısına çıkartılacak birilerinin bulunmasıyla oyun sahneye konabilecekti.

O da çok zor değildi.

Buldular, ulaştılar, değişik adlar altında gençleri bir araya topladılar, örgütlediler ve fişeklediler.

Onlar fişeklendikten sonra karşıdakilerin harekete geçmesi zor olmayacaktı, bunu biliyorlardı.

Tam da öyle oldu. Önce üniversiteler karıştı.

Türkiye’nin en saygın üniversitelerinin öğrencileri yavaş yavaş öğrenciliklerini kenara itip militanlaşmaya başladılar. Küçük çaplı öğrenci olayları giderek büyük çatışmalara dönüştü, üniversitelerin sınırlarını aşıp sokağa yayıldı.

Büyük şehirlerde başlayan olaylar giderek semtlere, mahallelere, sokaklara, küçük şehirlere, ilçelere, köylere bulaştı. Mahalleler ele geçirilip etiketlenir oldu.

Başlangıçta bulunduğu yerdeki etkili fikir neyse, onun şimşeklerini üzerine çekmemek için “tamam, ben de sizdenim” diyen öğrencileri, duruma göre mahalle, köy sakinleri, işçiler ve çeşitli yapılardaki devlet görevlileri izledi.

O gölgedekiler sendikaları, meslek örgütlerini ve başka yapıları da zorlamaya, dönüştürmeye başladılar.

Sonunda “der” ifadesi olan derneklere kayıtlı olanlarla “bir” ifadesi olan derneklere kayıtlı olanlar güvenlik birimlerinde ve eğitim birimlerinde karşı karşıya getirildi. Polisler ve öğretmenler kutuplaştırıldı. Bu kutuplaşma az ya da çok bunların yaptıkları kamu görevlilerine yansıdı. Benzer çalışmalar adalet çalışanları ile diğer kamu çalışanlarında da yapıldı. Pek çok denge zarar gördü.

Üniversitelerde başlayan olaylar liselere, ortaokullara yayıldı.

Sağdaki ve soldaki kalabalıkların çoğu gerçekte temizdi ve sürükleniyordu. Sağda duranların da, solda duranların da kendi üzerlerinden yürütülen oyundan haberleri yoktu. Onlar kendi inanç ve eğilimlerine göre, ailelerinden aldıkları kültürlere göre, bazen de somut koşullara göre belli safları seçmiş, oralara katılmışlardı. Çoğu katılmak zorunda kalmıştı. O büyük kalabalıkların çatışma çıkartmak, adam öldürmek, suç işlemek gibi niyetleri yoktu, olmazdı, olamazdı.

Ne var ki aralarındaki provokatörler onları rahat bırakmıyordu. O provokatörler de gerçekte oynanan oyunu bilenler ve bundan nemalananlar ve gerçek oyunu bilmeden iyi gaz verilmiş, egosu şişirilmiş olanlar olarak ikiye ayrılıyordu.

Ne geliyorsa bu provokatörlerden geliyordu.

Bütün bu hareketleri ateşleyen, besleyen nedenler de yok değildi.

Ülkemiz geri kalmışlıkla gelişmişlik arasında bir yerdeydi. Gelir dağılımında, siyasette ve diğer kimi kurum ve yapılarımızda sorunlarımız vardı.

Gencimiz çok, işsizimiz boldu.

Bütün bunlar kimilerinin “sınıfsız toplum” hayali kurmasına hatta usta şairimiz Nazım Hikmet’in “tarihin durdurulmaz akışı” etiketi vurmuş olduğunu dikkate alarak bunun “tarihsel sürecin zorunlu istikameti” adını vermesine ve buna canı gönülden inanmasına neden oluyordu.

Biz fedakâr bir toplumuz. Sağdaki ve soldaki inanmış gençlerimiz inançları uğruna canlarını gözden çıkarmayı da biliyorlardı ve bu işleri çok zorlaştırıyordu.

Sınıfsız topluma inanmış pek çok zengin, kapitalist çocuğu “devrim insanlar arasında gerçek eşitlik sağlar” inancıyla kendi sınıfına ihanet edip sol gruplar içinde saf tutuyordu.

Ülke kanıyor, kanatılıyor, gencecik canlarımız pusularda, çatışmalarda ölüyor, yaralanıyordu.

O provokatörlerin talimatı ile gençlerin, karşı taraf olarak gördükleri kesimle iletişimi ve etkileşimi yasaklanıp kesiliyordu. Sağcıların solcularla, solcuların sağcılarla diyalog içine girmesi iki tarafta da tepki görüyor, çelişki uzlaşmaz hale getiriliyordu.

Sanayileşmeye, kalkınmaya, gelişmeye en çok gereksinim duyduğumuz bir dönemde sınırlı olanaklarla oluşturulmuş olan sınırlı sayıdaki üniversitelerde okuyan öğrencilerimiz ağır bir stres altında eğitimlerini sürdürürken büyük bir çoğunluğu yoğun çatışmalar nedeniyle okullarını bırakmak, eğitim yaşamından kopmak ya da başka okullara gidip eğitimini uzatmak zorunda kalıyordu.

Bunun ülkemize maliyeti her türlü ağır oluyor, yine yetersiz olan devlet gelirleri, hane halkı gelirleri hem azalıyor hem gereksiz yerlere harcanıyordu.

Oyunu tezgâhlayanların keyfine diyecek yoktu.

Onlar perdenin arkasında ellerini ovuşturuyor, sırıtıyor, bütün bu olaylardan sonra sahneleyecekleri darbe ile kazançlarını katlama hesapları yapıyordu.

İşin ilginç yanı onlar bizim gençlerimizin zannettiği gibi “sınıfsız toplum” inancı olanlar değil tam aksine “acımasız kapitalizmi” en yüksek perdeden yaşayanlardı.

Onlar buna benzer oyunları dünyanın her yerinde zaman zaman, ufak tefek değişikliklerle hep sahneliyorlardı. Ülke yönetimlerini felç edip o süreçlerden çıkar sağlıyorlardı. Yönetimleri dolaylı olarak kontrol altına alıyorlardı ve bunu o ulusların genç insanlarının kanı, canı pahasına gerçekleştiriyorlardı.

Çoğumuz bu gerçeği çok sonraları fark edecektik.

Yazarın Diğer Yazıları