Şahbettin Uluat

Halep Artık Halepçedir

Şahbettin Uluat

Aksakallı tarih iyisiyle kötüsüyle olayların üstünü örtmede ustadır. Ara sıra tozlarını silmede yarar vardır.

Otuz yıl önce 16-17 Mart 1988'de yaşanan ve bugün yaşayan pek çok kişinin belleğinde yerini koruyan Halepçe katliamı ile Saddam Hüseyin'in kuzeni Hasan El Mecid'in emriyle kullanılan hardal, sarin, VX ve kimi doktorların ifadesine göre siyanür de içeren kimyasal silah saldırısı çoğu kadın ve çocuk beş binden fazla insanın ölümüne on dört binden fazla insanın da yaralanmasına neden oldu. Bu saldırılardan sonra kullanılması emrini veren Hasan El Mecid  artık Kimyasal Ali olarak anılmaya başlandı.

O saldırıların ardından memleketlerini terk etmek zorunda kalan yaklaşık beş yüz bin mazlum Kürt Türkiye'ye sığındı, muhtelif kamplara yerleştirildi.

Irak'ta gerçekleşen bu katliamların müsebbipleri Saddam Hüseyin 2006 yılında, Kimyasal Ali (Ali Hasan El Mecid)'de 2010 yılında idam edilerek suçlarının bedelini ödediler.

Otuz yıl önce yaşanan bu acıların benzerleri son birkaç yıldır Suriye'de yaşanıyor.

O çocukluk masallarımızın şehri Halep de yıllardır varil bombalarının, hava ve kara saldırılarının hedefindedir. O artık günümüzün Halepçe'sidir. Osmanlı toprağı olduğu günlerde ışıltılı zamanlar yaşayan, kutsal mekanları sinesinde barındıran, hacca otobüsle gidilen zamanlarda ilk uğrak yerlerinden biri olan Halep kendi emanetçisinden gelen bombardımanlarla yaralanmıştır; ölümcül yarasıyla can çekişmektedir. Babası Hama ve Humus celladı olan oğul Esad'da gördüğü desteklerle bu güzelim şehri bombardıman ederek Halepçe'ye çevirmiştir.

Uzun kış gecelerinde ellerimizi yere koyup üzerine sayarak oyundan çıkacak olanları belirlediğimiz "el el epenek" diye başlayan "Halep yolu Şam gezer / içinde ayı gezer" sözlerinin olduğu tekerlemedeki tarihi şehir şimdi artık bir harabe yığınıdır.

Dün Irak diktatörünün Halepçe'de yaptıklarının benzerini şimdi Suriye diktatörü ve destekçileri Halep'te yaptılar.

Emperyalistlerin 1. Dünya Savaşı'nda dillerini, etnik kökenlerini öne çıkararak, sahte özgürlük vaatleriyle ve kıvrak manevralarla kontrolleri altına aldıkları Ortadoğu ülkelerinin aldatılmış halkları, o gün bu gündür baskı altındadırlar.

Hiç unutmuyorum. 1982 yılında Suriye sınırında bir karakolda askerliğimi yaparken Suriyeli askere sırf merak ettiğim için "sizde Müslüman Kardeşler hareketi mi var?" diye sormuştum. Sorum üzerine askerin beti benzi atmış korku dolu ve telaşlı halleriyle sözü başka yere çekmişti. İkinci soruşumda da işaret parmağını dudaklarına götürmüş "muhaberat, muhaberat..." demişti. Suriye istihbaratından ödü kopuyordu. Muhaberat'ın nasıl çalıştığını çok iyi biliyordu.

Benzer şekilde 1991 yılında Mersin'de bir otelde karşılaştığım Suudi vatandaşı da bu anlamda sorduğum sorulara yanıt vermezken bana "en ufak bir hatamda bunu canımla öderim." dediğinde anlamakta güçlük çekmiştim.

***

Sonradan bu garip durumların kökenine biraz daha fazla eğilince öğrendim ki, bütün bu yaşananların derin kökleri Birinci Dünya Savaşı'na ve hatta ondan öncesine uzanıyordu.

"Hasta adam" olarak adlandırdıkları Osmanlı Devletini parçalama planlarını önceden hazırlamış olan gelişmiş sömürgeci ülkeler, bölgedeki Arapları özgürlük vaadiyle, ajanlar ve hainler desteği ile ayaklandırıp kontrollerine alacaklardı. Öyle de yaptılar.

Savaşın sonuna doğru, 1915 ile 1917 arasında İngiltere birbiriyle çelişen üç anlaşmaya girmişti. Biri Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali ile Osmanlılara karşı ayaklanma karşılığı ona bir Arap ülkesi verme anlaşmasıydı. Bir diğeri Filistin topraklarında bir Yahudi milli yurdu oluşturmakla ilgiliydi. Üçüncüsü de Fransa ile açıklanmamış bir anlaşmaydı ve o anlaşma da bu iki ülkenin Mezopotamya'yı kendi aralarında paylaşması hakkındaydı. Rusya da anlaşmaların birine İstanbul ve Akdeniz'e giden yolların kendisine verilmesi kaydıyla destek verecekti.

Ekim 1916'da karara bağlanıp bir yıl boyunca gizlenen Skyes-Pico anlaşması Ekim 1917 devriminden sonra Rusya'da iktidara gelen yeni yönetim döneminde Pravda gazetesi tarafından beklenmedik bir şekilde dünyaya açıklandı ancak bölgede Araplardan ciddi tepki beklenirken çok ciddi etki de yapmadı.

Savaş biterken işgal edilen bölgelerin farklı olması farklı sonuçlar doğurdu. Bölünen Arap ülkelerinin ( Ürdün, Irak, Suriye, Sudan, Kuveyt, Yemen, Birleşik Arap Emirlikleri, FKÖ) bayrakları da İngilizler tarafından (George Pico) çizildi.

2 Kasım 1917'de İngiliz hükumeti Siyonizm'in desteklenmesi kararı aldı. Balfour deklarasyonu ile Filistin'de Yahudi yerleşiminin önü açıldı Yahudi yerleşimi ki, arkasına aldığı güç ve rüzgâr sayesinde zamanla Filistin topraklarının çoğunu yutacak, bölgede bir çıbanbaşı haline gelecekti. Güçlü destekçilerini devreye alıp önemli Arap ülkelerini kendisine destek vermeleri için diz çöktürecek, bölgeyi ciddi anlamda istikrarsızlaştıracaktı.

Bugün bunların çoğu zaman içerisinde kalabalık halk kitleleri tarafından unutuldu. Yeni yetişen gençlerin çoğu da bunlardan habersiz büyüdü.

Sömürüden güç bulan ülkeler bir anlamda mimarı oldukları bu sayılan ülkelerden ellerini hiç çekmediler. O günahlarını bile bedava vermeyenler, sözde DEAŞ'la mücadele adına bölgeye binlerce tır silah ve mühimmat dökerek ateşi, kanı, zulmü, sefaleti ve göçü arttırdılar. Bölgedeki insanları inançlarına, etnik kökenlerine göre çeşitli gruplara ayırıp, kara Afrika'da yaptıkları gibi çeşitli adlarda ve renklerde ve ne hikmetse hepsi Müslüman olan ya da Müslüman olduğunu iddia eden örgütler kurup çatışma ortamları oluşturdular.

Afrika'nın kıymetli madenlerinden de, Ortadoğu'nun petrollerinden de hiç ellerini çekmediler.

Onlar cumhuriyet tarihi boyunca ülkemizden de hiç eksilmediler. Bütün darbelerin, askeri hareketlerin arkasında hep oldular.

Bugün, yaygın haberleşme ağı sayesinde bölgenin renkli çekilmiş röntgeni artık herkes tarafından bilinmektedir. Bölgedeki korunan şımarık çocuk Siyonizm'dir. Onun gölgesi bütün dünyanın üzerindedir. Dünyanın sözü geçen pek çok ülkesi (ne hikmetse (!)  kale gibi onun arkasındadır ve aslında onun artık sahip oldukları sayesinde buna bile gereksinimi yoktur.

Mısır, demokrasiye yapılan ve çağdaş (!), demokratik (!) ülkeler tarafından görmezden gelinen darbe ile emperyalizmin kontrolündedir. Demokratik bir seçimle iş başına gelmiş olan Muhammed Mursi, diktatörün batılı destekçileri sayesinde şu an zindandadır. Ona oy verip savunanlar da katliamlarla susturulmuştur. Mısır halkı yoksullukla pençeleşirken devlet gelirlerinin çok büyük bir bölümü silahlanmaya harcanmakta, malum ülkelere akmaktadır.

Emperyalizmin portföyündeki kullan at diktatörlerden diklenenlerin işleri bitirilmiştir. Diğerleri de her an bitirilecek şekilde gözetim altındadır.

Şimdi karıştırılmak istenen ülke Türkiye'dir. Demokrasi geçmişi sayılan Arap ülkelerindeki dikta rejimleriyle kıyaslanamayacak kadar güçlü olmasına rağmen, memleketimizde de, cumhuriyet tarihi boyunca sivil ve asker hain işbirlikçiler eliyle darbeler ve darbe girişimleri yapılmıştır.

Ülkemizin pek çok değerli yazarçizeri, siyasetçisi, askeri, polisi, mühendisi, bilim insanı emperyalistlerin yerli uşaklarının desteğiyle karanlık cinayetlere kurban gitmiştir. Çeşitli etnik, mezhepsel senaryolar değişik nedenlerle, değişik yerlerde ve değişik zamanlarda hayata geçirilmiştir.

12 Eylül darbesi önceki kanlı süreçlerle, 28 Şubat kalkışmasıyla bu ülkenin gelişmesine önemli katkı sağlayacak öğrenci gençliği çaktırmadan eğitim dışı bırakılmıştır. Bir kısmı zindanlarda öldürülmüş, özürlü hale getirilmiştir.

Müslüman kılıklı bir sahte hoca ve halkın temiz inançları kullanılarak devletin her kurumuna, her kademesine sızılmıştır. Paralel devlet yapılanması ile milyonlarca insanın yaşamına mal olacağını bile bile halkın sinesinde parçalanan bir darbe girişiminde de bulunulmuştur..

Halkın samimi inançları kullanılarak ülkenin parlak zekalı gençleri devşirilmiş, emperyalizme yem edilmiş, beşeri sermayemize zarar verilmiştir.

Gün küçük farklılıkları bir kenara bırakıp uyanık ve omuz omuza durma günüdür.

Kendi askerlerinin ayağına diken battığında veryansın edenler, konu sömürü olduğunda musallat oldukları yoksul ülkelerde yüzbinlerce canı yok etmekte, kalan yüz binleri dikenli tellerle ve aç köpeklerle korunan sınırlara sürmekte ve bölgede yeni Halepçe'ler yaratmakta bir beis görmemektedirler.

Halep de, diğer yakılıp yıkılan yerler de, milyonlarca canda söndürülen ümitler de bu gidişatın güncel kanıtları durumundadır.

Yazarın Diğer Yazıları