Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 11

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Her zaman olduğu gibi yine geç saatlerde yatağa giren Kerem, sabahın erken saatlerinde avludan gelen at kişnemeleriyle uyandı. Kalkıp pencereden baktığında arabadan Hayri ve Sermet Beylerin indiğini gördü. Bir önceki gece okuyup rastgele etrafa saçtığı günlük gazetelerle Fransızca mizah dergilerini çabucak topladıktan sonra hemen giyindi ve selamlığa geçip arkadaşlarını karşıladı. Hayri Bey'i oldukça sevinçli, Sermet Bey'i ise bir parça hüzünlü gördü. Daha selam bile vermeden Hayri Bey atıldı.

"Şükürler olsun ki tayinlerimiz gerçekleşti Kerem! Yarın sabah üçümüz de Haydarpaşa'dan Anadolu'ya geçiyoruz! Aha da resmi yazılarımızla biletlerimiz!"Payitahttaki son günü, aileleri ile geçirmek isteyen arkadaşları, Kerem'in ısrarına rağmen oturmadılar. Ayrılırlarken Hayri Bey, Kerem'in tayin yazıları ile biletini uzattı ve

"Sakın uyuyakalma Kerem! Yarın sabah erkenden hareket ediyoruz!" diyerek sıkı sıkı tembih etti.

Kerem arkadaşlarını uğurlar uğurlamaz güzelce giyindi ve Alibeyköy'e doğru yola çıktı. Vakit kaybetmemek adına bir faytona binmiş ve ona acele etmesini tembihlemişti. Olivia'yı görecek olmanın heyecanı ile yarın sabah ondan ayrılacak olmasının üzüntüsü birleşmiş; ruhunda tam bir hercümerç yaşanırken, hisleri de Anemas zindanları gibi karmakarışık olmuştu. Arabanın koltuğunda bir türlü oturamıyor, devamlı kalkıp yola bakıyor ve daha ne kadar kaldığını anlamaya çalışıyordu. Neredeyse arabacıdan dizginleri alıp kendisi sürecek, kamçıları kendisi şaklatacaktı.

Eyüp Semtini geçen araba, son sürat yoluna devam ederken boğazdan tekerleklenip Haliç'e sürüklenen hafif ve ılık bir rüzgâr da onları takip ediyor, arkalarından itekleyerek hızlanmalarına katkıda bulunuyordu. Yol boyunca uzanan ve hala yeşil olan bahçelere baktı Kerem. Meyve ağaçları, yaz boyu taşımak zorunda kaldıkları yüklerinden kurtulmuş, hafiflemiş gözüküyorlardı. Öyle ki hafifçe esen bu ılık rüzgârla bile sallanabiliyor, kendi dillerinde şarkılar söylüyorlardı. Onlara eşlik edemeyen bir tek kestane, ayva ve kışlık armut ağaçları kalmıştı. Eğer tabiatın dengesinde olağandışı bir değişiklik olmazsa onların da bu koroya eşlik etmesi yakındı.

Nihayet konağa gelmişti. Verdiği paranın üstünü dahi beklemeden hızla kapıya yöneldi. Kapıda Bekir yoktu. Avluda durup bir süre etrafa baktıktan sonra heyecandan titreyen ellerini dizginlemeye çalışarak kapının tokmağına dokundu. Kapıyı Helenka değil de doğrudan doğruya Olivia açtı ve tatlı bir gülümseme ile Kerem'e baktı. Gözlerinde rahat bir uyku uyumuşların tatlı mahmurluğu, üzerinde tirşe renkli, kolları ve yakaları fazlaca açık, tül gibi ip ince bir sabahlık vardı. Onu yarı üryan gören Kerem utanarak başını eğdi; titremesi daha da artmış, daha bir belirgin olmuştu.

Olivia, kapıyı yarım aralık açarak içeri girmesini bekledi. Ancak Olivia'nın yalnız olabileceğini düşünen Kerem, içeri girmenin uygun olup olmayacağı noktasında tereddütte kalmıştı.   Olivia gülümseyince Kerem de gülümsemeye çalıştı. Fakat çaresizliğini açık eden, perişan bir gülümsemeydi bu. Ne içeri girebiliyor ne de müsaade isteyip ayrılabiliyordu. Baston yutmuş gibi dimdik, hareketsizce duruyor, tek söz etmeden ve sanki idamlık bir hükümlüymüş gibi mütevekkil bekliyordu. Olivia ona bakarken karşılık vermek istiyor fakat beceremediğinden başını eğiyor, fazlalık gibi duran ellerini sırasıyla cebine sokuyor, olmadı göğsünde kavuşturuyor, namaz kılar gibi karnında sabitleyip parmaklarını kıtlatıyor, tarak gibi yapıp gür saçlarını tarıyordu. Hala gülümsüyordu Olivia. Bu gülümsemeden cesaret alan Kerem, geldiğinden beri ilk kez ağzını açıp

"İçeri girmeyeyim." diyebildi.

"Peki, o halde geçip çardakta oturmaz mısınız? Hava da güzel." Olivia'nın bu cümlesi kurtuluşu olmuştu Kerem'in. Dudaklarını aralayıp, damağına yapışan dilini güçlükle kurtardı ve tam teşekkür etmek isterken bakışları kesişiverdi. Onun mavi gözlerini, her daim güneşli, her mevsim aydınlık olan Akdeniz gibi bir denize benzetmişti Kerem. Fakat bu nasıl bir denizse kendisine bakanları girdap gibi içine çekip hapsediyor, uzun ve sık kirpikleriyle her tarafından bağlayıp prangalı bir mahkûma dönüştürüyordu. Artık iş öyle bir noktaya varıyordu ki bir kere bu gözlerin çekim alanına giren kişi, imkânı yok kendini ondan kurtaramıyor ve bu gözlerin sahibi hiçbir güç kullanmadan sadece ve sadece gözleriyle mahkûmunu istediği yere götürebiliyor, istediği kadar alıkoyabiliyor, dilediği limanda bırakabiliyordu…

Kamelya da otururken üzgündü Kerem. En fazla yarım saat kadar oturabilecek ve sonra kalkıp gidecekti. Yarın çıkacağı yolculuk belki de dönüşü olmayan bir yolculuk olacaktı; ya Ege'de Yunanlılarla yaka paça olurken ya güneyde Fransızlarla kapışırken ya da doğuda Ermenilerle kavga ederken yitip gidecek ve ölesiye sevdiği Olivia'sından zamansız bir ölümle ayrılacaktı. Derin bir nefes alarak kamelyanın tavanına baktı. Döşemelere bir yılan gibi sarılan asmanın üzümleri iyice kararmış, içlerindeki sular azalmış, her bir üzüm tanesi iyiden iyiye pörsümüştü. Birkaç arı, şırıngalarını ustalıkla kullanan mahir tabipler gibi üzümlerin kalan sularını çekiyorlardı. Gözlerini kapadı Kerem. Hiçbir şeye hiçbir yere bakmak istemiyordu. Gördüğü her şey ona ölümü ve aslında ölümden de beter saydığı ayrılığı hatırlatıyordu. Arılar uçup gitse canı sıkılıyor, yapraklar yere düşse üzülüyor, ılık bir rüzgâr esse hüzünleniyordu.

Dalıp gitmişken bir elin omzuna dokunmasıyla gözlerini açtı. Olivia'nın mütebessim çehresi bir güneş gibi parlıyor, dalgın gözlerini kamaştırıyordu. Güneş sanki gökyüzünde değil de yere inmiş, dizlerinin dibine serilmişti.

"İçmez misiniz?" Kerem bir Olivia'nın elinde tuttuğu kadehe bir de masmavi gözlerine baktı. Kadehtekini içki zannedince tedirgin oldu. Hayatı boyunca hiç içki içmemişti. Gülümsedi Olivia.

"Merak etmeyin, sadece şerbet." Kadehi aldı ve üç yudumda içti. Bu şerbet ona iyi gelmiş, gerginliğini gidermişti.

"Bir kadeh daha ister misiniz?" Bıyıklarını sol elinin tersiyle silen Kerem, kafasını yukarı sallayarak ve sağ elini hafifçe kaldırarak kâfi olduğunu belirtti. Olivia karşısına geçmek yerine hemen yanına oturdu. Neredeyse dizleri Kerem'in dizlerine değiyordu.

"Daha sık gelirsiniz sanmıştım."Kerem cevap vermek yerine hayran hayran Olivia'ya baktı. Yakışıklı bir Osmanlı subayını, bir köle gibi kendisine bağlamış olmanın gururu, tüm yüzüne yansımıştı Olivia'nın. Aslında gururlu biri değildi. Fakat Kerem onun yanında öyle çocuklaşıyor, öyle aptallaşıyordu ki kendisini bu duygudan bir türlü kurtaramıyordu Olivia. Bu duygular, bir taç gibi başına yapışıp düşüncelerini esir alınca kendisini bir kraliçe gibi özel hissediyordu.

Aslında Kerem için Olivia, bir kraliçeden bile daha özeldi. Kerem, onun çehresinde güneşi görüyor, göz bebeklerini en parlak yıldızlara benzetiyor, bütün bir vücudunu samanyolu gibi muntazam, kusursuz buluyordu. Olivia, bütün bir galaksinin merkezi güneş olunca Kerem de onun karşısında bir kar tanesiymiş gibi her daim eriyor, bir gemi gibi daha denize açılmadan karaya oturuyor, bağrından çıktığı ülke gibi daha savaşa başlamadan mağlup oluyordu. Ancak Kerem için bu güneş, hem çok yakın hem de çok uzaktı. Onu bazen en yakın bir arkadaş gibi candan bulurken bazen de görenlerde ürperti hâsıl eden korkunç bir düşman gibi alabildiğine uzak telakki ediyordu. Bu zıt duygular yüzünden kendisi de onun yanında hem çok coşkulu, çok enerjik oluyor hem de İspanyol nezlesine tutulmuşçasına bitkin hatta bitap düşüyordu.

Gülümsedi Olivia. O gülümserken bu kez de onu bir saraya benzetmişti Kerem. Büyüklü küçüklü onlarca kapısı olan, nereden bakılsa görülebilen kocaman bir saraydı Olivia. Fakat ne zaman bu sarayın kapılarından birine yönelmek istese sanki o kocaman saray, küçülerek bir kartala dönüşüyor ve bu kartal havalanıp en sarp kayalara kuruluyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu saraya ulaşamayacağını velev ki ulaşsa bile görkemli kapılarından içeri giremeyeceğini biliyordu Kerem. Tek tesellisi ise sadece kendisinin değil hiçbir erkeğin de bunu başaramayacak, bu payeye ulaşamayacak, bu onura sahip olamayacak olmasıydı.

"Bana niye öyle bakıyorsunuz?" Kerem cevap vermedi.

"Anlaşılan ben sadece bu konağa girmemişim." dedikten sonra kalktı ve bahçeye doğru yürüdü Olivia. Kerem de peşinden gitti. Olivia yerden kurumuş bir yaprak alıp dağınık saçlarına taktı.

"Yakıştı mı Kerem?"İlk kez ona'Bey' takısını kullanmadan hitap etmişti. Dünyalar Kerem'in olmuştu. Derken Olivia tepsiyi aldı ve hızla konağa yöneldi. Kerem arkasından koştu ve Olivia tam kapıyı kapatacakken seslendi.

"Bir dakika Olivia!"

"Efendim?"

"Ben yarın Anadolu'ya gidiyorum. Belki bir daha hiç.. yani.." Olivia, bir çizgi gibi sımsıkı duran dudaklarını hiç açmadan, hiçbir şey söylemeden hatta yüzünde de hiçbir çizgi oynamadan hızlıca kapıyı kapadı.

Alibeyköy'den ayrılan Kerem, bavulunu topladı ve daha sabah ezanları okunurken evden çıktı. Gara girdiğinde arkadaşları henüz gelmemişti. Valizini yere koyup üzerine oturdu ve beklemeye başladı.

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları