Şahbettin Uluat

Büyüyoruz değişiyoruz

Şahbettin Uluat

Her şey değişip dönüşüyor.

Küçük küçük nicel değişimler çarpıcı nitel değişimlere zemin hazırlıyor.

Önce memleketimizin büyükşehir olması, ardından Van depreminin neden olduğu yıkım ve bu yıkımın hemen arkasından devletimizin şefkatli eliyle hayata geçen, memleketimizi her anlamda zenginleştiren, güzelleştiren, yaşam kalitemizi arttıran imar çalışmaları ile bu süreçlerdeki kimi sosyal ve siyasal gelişmeler zaman içerisinde pek çok dengeyi değiştirmiş bulunuyor.

Suya atılmış bir taşın oluşturduğu ve gittikçe genişleyen, genişledikçe gücünü kaybedip zayıflayan halkalar gibi değişiyor kimi şeyler.

Kimi şeyler daha sağlam kökler salıyor memleket toprağına, kimi şeyler kökünden kopup rüzgârın önünde sürükleniyor.

Bir zamanların küçük Van'ındaki sağlam aile bağları da, sağlam komşuluk ilişkileri de giderek zayıflıyor. Kalabalık çevrelerde daha çok insanla tanışıyoruz ama daha mesafeli yaşıyoruz.

Bizim kuşağın anımsadığı zamanda bir uçtan bir uca rahatlıkla yürünen, yürünürken yorgunluk vermeyen Van'ı şimdi gittikçe merkezden uzaklaşan modern yerleşim yerleriyle büyüyor, serpiliyor. Sayıları her geçen gün artan özel taşıtlar, toplu taşıma araçları zaman zaman ulaşım için yetersiz kalıyor. Caddelerde, sokaklarda yürürken yoğun, gürültülü taşıt trafiği, gürültü ve kalabalık sık sık dikkatimizi dağıtıyor.

***

O günlerin sıcak ilişkilerini düşününce askerliğim esnasında İstanbul'da Sultanahmet Camisinin avlusunda konuştuğum yaşlı İngiliz geliyor aklıma.

Ne ders vermişti bana ama!

O zamanki aklımla cami çıkışı bir esansçının önünde karşılaştığımız ona "ben sizin düzeninize imreniyorum," demiştim.

O da nedenini sormuştu.

"Ne güzel, sizde gençler 18 yaşını doldurduktan sonra baba evinden ayrılıp kendi düzenlerini kuruyorlar, çalışıp para kazanıyor, kendi hayatlarını yaşıyorlar, özgüvenleri gelişiyor, verimlilikleri artıyor."

Adam acı acı gülümsemiş, gözlerimin içine bakarak

"Ben de sizin düzeninize imreniyorum," demiş ve eklemişti.

"Ne güzel sizde üç kuşak aynı evin içinde cıvıl cıvıl yaşıyorlar. Dedeler, babalar, nineler, anneler, torunlar, etkileşim içinde birbirlerine destek oluyor, neşe veriyor, iyi ve kötü günleri paylaşıyorlar. Bilmeni isterim ki, ben kendi ülkem yerine böyle bir yerde yaşamak isterdim."

Toplumsal yaşam tarzlarının iki farklı ucundaydık onlarla.

Biz doğuluyduk, onlar batılı. Biz geleneksel düzen içinde birbirimize tutunarak yaşıyorduk, onlar çoktan bireyselleşmişlerdi.

Biz her sıkıştığımızda yakınlarımıza başvurup destek alabiliyorduk ama onlar için kimi şeyler çoktan değişmişti.

Ülkemizin batı tarafı da gittikçe onlar gibi oluyordu. Rüzgâr giderek bize doğru esiyordu. Esiyor ama oradaki etkiyi göstermiyordu.

Batı illerinde yoğunlaşan sermaye birikimi çok sayıda fabrikanın bacasını tüttürürken insanlar çalışmak için oralara göç etmiş, kent merkezleri her anlamda değer kazanıp pahalılaşmış, çalışanlar varoşlardan işyerlerine gitmek için sabahın erken saatinde yollara düşmekle, akşamın geç vakti evlerine gelmekle birbirlerine vakit ayıramaz hale gelmişti.

Belki bizde de o zamanın Avrupa'sı gibi, Ege ve Marmara bölgelerimiz gibi belli bir refah sağlayan iş alanları olsaydı, gençler kolaylıkla geçinebilecekleri işlere girebilselerdi işler değişirdi. Bizim gençlerimiz de Avrupalı gençler gibi altı aylık ücretleriyle altı ay tatil yapabilselerdi ve o günlerde henüz tanışmadığımız işsizlik sigortası bulunsaydı ve tabii bizim gelenek yapımız yaşam tarzımıza bağlı olarak dönüşseydi biz de çok daha önceden çözülürdük.

Şimdi kalabalıklaşan, büyüyen, refah düzeyi de, yoksulluğu da giderek artan bir büyükşehrin insanları olarak o değişim rüzgârını daha fazla hissediyoruz.

Yaşam koşulları bizi yürüyerek ulaşabildiğimiz mahallelerden uzaklara taşıyor, yaşamı kolaylaştıran taşıtlar, asansörler hareket olanaklarımızı kısıtlıyor, geçim hesapları kafalarımızı daha çok meşgul ediyor.

Şimdi artık amcaoğullarının, dayıkızlarının evlatlarını sık sık görüşmediğimiz için artık tanıyamıyoruz. Tanımak için zaman bulamıyoruz. Artık rahatsız etmek de, rahatsız edilmek de işimize gelmiyor, işe farklı bir pencereden bakıyoruz.

Refah seviyemiz yükseliyor belki ama bir şeyleri de giderek yitiriyoruz.

Bahçeli evlerimizden yüksek apartmanlara çıkarak, futbol, yakan top, uzuneşek, birdirbir oynadığımız,  arsaları, tarlaları, kızak kaydığımız tepeleri peş peşe yitirerek: yazın, sonbaharda toprağa gömdüğümüz otlu peynirleri, kendi kazanlarımızda doğal koşullarda pişirdiğimiz kavurmaları unutup paket gıdalarla beslenerek her anlamda değişiyoruz. 

Yazarın Diğer Yazıları