Şahbettin Uluat

Bizim memleket

Şahbettin Uluat

Oğlum iki yıl önce mezun olduğu Fatih Sultan Mehmet Anadolu Lisesi’nden diplomasını almamış ve kendisi şu an Van’da değil.

Haydi, bugün işim yok, bari ben gidip alayım diyorum.

O liseye giden belediye otobüsleri gidiş ve dönüşlerinde evimin de bulunduğu üniversite kampüsündeki hastaneye uğruyorlar, biliyorum.

Kampüs içinde, yol üzerindeki durakta bekliyorum ve onlardan birini durdurup biniyorum.

Sonra da doğru araçta olup olmadığımı soruyorum otobüs şoförüne.

Yanlış araca, gidene değil, dönene binmişim.

“Bekle” diyor, “kampüs çıkışında seni indireyim, karşı taraftaki durağa geçer oraya gelecek olan öteki otobüse binersin.”

Yani beni indirip yürütmüyor, aksine yardımcı oluyor. Çıkışa geldiğimizde benim zaten bildiğim durağı da eliyle gösteriyor, karşıya geçerken dikkatli olmamı tembihliyor.

Teşekkür edip iniyorum.

Durakta Muradiye’ye gitmek için bekleyen; 70 yaşında olduğunu söyleyen, yaşına göre dinç görünümlü bir adamla merhabalaşıyor, bir süre konuşuyoruz.

Müslümanlıktan, huzurdan, insanlıktan söz ediyor. Sözlerinden dindar, samimi, alçakgönüllü, iyi niyetli, pozitif enerjili ve yaşam deneyimlerini yapıcı fikirlere çevirmiş biri olduğunu anlıyorum.

Biraz konuştuktan sonra o, sözü Kürtçeye çeviriyor.

Anladığım kadarıyla karşılık veriyorum ama bir yerde tıkanıp duruyorum.

“Peki, sen bu memlekette yaşarken bu dili nasıl öğrenmedin?” diye soruyor.

“Şehirde doğup büyüdüm. Evimizde konuşulmadı, öğrenemedim.  Çocukken bir iki kez bildiğim kadarıyla konuşmaya çalıştım ama karşımdakiler bana güldüler, alay ettiler. Bir daha da denemedim” diyorum.

“Yanlış olmuş, keşke öğrenseydin. Her dil bir lisandır ve ne kadar çok şey bilsen o kadar iyidir” diyor.

Haklı, biliyorum.

Bana Kürtçe adımı, soyadımı, yaşımı, nasıl olduğumu sorup doğru yanıtları aldıktan sonra da ciddi bir şekilde “sen zaten biliyorsun canım” diyerek cesaret de veriyor.

Onu Muradiye’ye götürecek minibüs gelinceye kadar biraz daha konuşuyoruz.

Ayrıldıktan sonra içimden “ne güzel insanlarımız var” diye geçiriyorum.

*

Çok geçmiyor, şehirden gelen ve beni oğlumun okuluna götürecek olan otobüsün hastaneye uğramak için kampusa giriyor. İçeriden beş dakika içinde çıkıp bulunduğum durağa geleceğini düşünüyorum ki, hiç el kaldırmadığım halde bir araç tam karşımda fren yapıp duruyor.

İçindeki sürücü eğilip pencereden nereye gittiğimi soruyor. Yanıtını aldıktan sonra da kapıyı açıp “bin” diyor.

Bu kadar nezaketi karşılıksız bırakmak olmaz. Aklımdaki “aha da otobüs geliyordu” fikrini geriye itip, açılan kapıdan araca biniyorum.

Bu kez sürücümüz Adıgüzel Köyü’nden 30-40 yaşlarında, güzel yürekli bir adam. Onunla da okula kadar yol boyu konuşuyoruz.

Yolda bana kendisinde şeker hastalığı olduğunu, bir keresinde durakta beklerken yoldan geçmekte olan çok sayıda araca el kaldırdığı halde durmadıklarını, o arada rahatsızlığının ciddi sıkıntı verecek bir hal aldığını ve bu yüzden araç sahibi olduktan sonra yollarda gördüğü herkesi aracına aldığını söylüyor.

Yakınlarının yaptığının riskli olduğu yolunda kendisini defalarca uyardıklarını da ekledikten sonra “şimdiki gençler aklı başında kimseler, beni uyaranların zannettikleri gibi iyilik gördükleri kimselere zarar vermezler, bu endişeler yersiz” diye devam ediyor.

Ben de onun gençlerle ilgili sözü üzerine vaktiyle babamdan işittiğim ağabeyi Süleyman ile aralarında geçmiş bir konuşmayı hatırlıyor, kendisiyle paylaşıyorum.

Bölgede, ellili yıllarda ninemin de yaşamakta olduğu bir köyde tavuk, inek, çocuk sorunları nedeniyle insanlar birbirleriyle sık sık çatışırken, her olayda taşlar, sopalar, kürekler havada uçuşup canlar zarar görürken rahmetli amcam Süleyman’ın, rahmetli babama: “Ali bak dikkat et bütün sıkıntılar genellikle cehaletten ve bu yaşlı kimselerden çıkıyor. O yaşlılar yarın ölüp ortadan kalkarsa bu köydeki gençler kurtla kuzu gibi birlikte yaşayacak, birbirlerine zarar vermeyecekler” demiş olduğunu aktarıyorum.

“Kesinlikle doğru bir tespit, şimdi genç kuşak çok daha bilinçli, daha esnek; köylerdeki geçim de çok daha iyi” diyerek Süleyman amcamın o zamanki öngörüsünü onaylıyor.

Kısa yolculuğumuz samimi bir havada yaşanıp başladığı gibi bitiyor.

*

Okul tatilde olduğu için çevrede hiç hareket yok. Kocaman binada büyük bir sessizlik var. Merdivenlerden çıkıp üst katta müdür odasına yöneliyorum. İçeride iki kişi ayakta sohbet ediyorlar.

Selamlaştıktan sonra orada bulunma nedenimi söylüyorum.

“Tamam, hallederiz, oturun çay içelim,” diyorlar.  

Teşekkür edip dönmem gerektiğini belirttiğimde bir tanesi “tamam sorun yok, hemen verelim” diyerek beni müdür yardımcısı odasına götürüyor.

Diploma defterini imzalayıp aslını aldıktan sonra bir iki onaylı fotokopi alıp alamayacağımı soruyorum.

Başıyla onaylayıp tamam, tabii, elbette diyerek beni bir alt kattaki başka bir odaya götürüyor.

Orada da başka iki arkadaşla tanışıyorum. Diplomanın renkli fotokopileri hemen çekilip onaylanıyor ve bir ince şeffaf föy içinde bana veriliyor.

O arkadaşlar da çay öneriyorlar. Acelemi görünce de “hiç olmazsa bunu al, yolda yersin” diyerek bana bir paket kek uzatıyorlar. O samimiyet, sıcaklık karşısında tereddütsüz alıyorum.

Beni karşıladıkları gibi gülen yüzleriyle uğurluyorlar.

*

Otobüs durağında karşılaştığım bir başka genç farklı bir şeyden söz ediyor.

“Apartman hayatından bıkan şehirliler köylere dönüyorlar” diyor. Haklı, köyler eski köyler değil.

Bir süre sonra önümüzden geçen ve Çaldıran-Muradiye’den gelen ekspres belediye otobüsü bizi almasa da ulaşımın eskiye kıyasla çok kolaylaşmış olduğunu hatırlatıyor.

Sonunda yine Van Büyükşehir Belediyesi’ne ait otobüsle şehre dönerken farkında olmadan kafamın içinde bir türkünün dolanıp durduğunu fark ediyorum.  

“Bizim memleket, bizim memleket;

Ah canım cananım, bizim memleket.”

Bir süre onu dinledikten sonra müziğiyle, sözleriyle başka bir şarkıyı da ben elinden tutup aklıma getiriyorum.

“Havasına, suyuna / Taşına toprağına / Bin can feda bir tek dostuma. Her köşesi cennetim / Ezilir yanar içim / Bir başkadır benim memleketim.”

Yazarın Diğer Yazıları