Şahbettin Uluat

Biz çocuktuk, memleketimiz Van'dı

Şahbettin Uluat

Biz çocukken Van bahçeli evlerle dolu, yemyeşil bir yerleşim yeriydi. Şehrin arazisi geniş, nüfusu bu günle karşılaştırıldığında çok azdı.

O zamanki evimiz Hüsrevpaşa İlkokulunun tam karşısındaydı. Evimizin bitişiğindeki evin hemen yanında Yüzbaşıoğlu Sokak, onun karşısında da komşumuz Kemalettin Görgülü beylerin bahçesi vardı.

Bahçeler ailelerin adları ile anılırdı. Falancaların bağı, filancaların bahçesi diye. Başka yapacak işleri olmadığından mıdır, nedir, o zamanın çocukları da diğer pek çok yerleşim yerinin çocukları gibi bahçelere girmeyi, meyve koparmayı severdi. Bu işi iyi becerenlere genellikle hırsız anlamında hırhız denirdi. Hırhız Neco, Hırhız Refo gibi.

Biz, iyi çocuklar genellikle o hırhızların yönlendirmesi ve cesaretlendirmesi ile korka korka ve çok seyrek girebilirdik başkalarına ait bahçelere. Ustalarımız her türlü işi soğukkanlılıkla, heyecana kapılmadan yaparken biz heyecanlı ve ürkek olurduk.

Bugünkü gibi aklımda, içimizden birinin "vıle gaçın geliler" diye bağırması ile can havli ile koşmaya başlardık. Vukuat alanından bir an önce uzaklaşmak, bir ölüm kalım meselesi olurdu. Şimdiki moda deyimiyle adrenalin en üst seviyeye vururdu. Ayaklarımızı kontrol edemezdik; onlar kendi kendilerine ve en son hızlarıyla çalışırlardır.

Bu satırları yazarken yeniden o günleri, o anları yaşar gibiyim. Boyumuz, cüssemiz ufaktı. Her yüksek duvarı çıkamaz, her türlü engeli aşamazdık. Yine de o ruh hali ile koştuğumuz zamanlarda gerçekten inanılmaz şeyler başarırdık.

Şimdi düşünüyorum da, aslında o günlerde de herkes kendi farklı kişilik yapısına göre bir şeyler yaşardı. Yani bahçelerden bir şeyler aşırmayı huy haline getirmiş ve "hırhız" unvanını kazanmış arkadaşlarımız büyük olasılıkla bizim kadar durumu içselleştirmiyor, büyük tepkiler vermiyor, bizim yaşadığımız pek çok heyecanı yaşamıyorlardı. Zamanla yarı profesyonel hale geliyor, vurdumduymaz oluyor, kaşarlanıyorlardı. 

Gömleğin içine ve ceplere doldurulan birkaç elma, armut ya da ayvanın bir kısmını zaten koşarken düşer geride kalırdı. Usta hırhızlar da düşürürler miydi, bilmiyorum.

Üstünden atlanılan, altındaki su arkından girilen duvarların çoğu hala möhre duvardı. Yani onlar kerpiçle değil, çamurun kürekle üst üste konulmasıyla yapılmış duvarlardı. Emin değilim ama belki bir kısmı da seferberlikten öncesine aitti.

Yakalananların bolca zılgıt, birkaç tokat ya da tekme yemesi kaçınılmazdı. Ben korkar, fazla gitmezdim. Bütün maceralarımın sayısı ya iki, ya da üçtü. Öyle olunca da hiç yakalanmadım.

Bahçe sahipleri yakalayamadıkları çocukların arkasından bağırır beddua ederlerdi. "Hırhız oğlu hırhızlaaaaaaaaaar, Allah belanızı versiiiiiiiin. Boynunuz altınızda kalsııııııın, bağımızı yıktınııııııııız" diye bağırırlardı ki o bağırmalar hırsız çocukların bir an önce bahçe dışına çıkmasını sağlardı.

Gidip bahçe sahiplerine ihbar edenler de olmuyor değildi. "Şükran Abla sizin bahçeye hırhızlar gelıpler" diyerek çekemeyen bir çocuk anında işi sıkıntıya sokabilirdi.

Bu ihbarlar bazen bahçe sahiplerini hırhızların kapılarına getirirdi.

"Anam üşağlarınıza, yetımçelerınıza sahap olun, bağımızı, bağçemızi yığilar…"

***

Bizi kuşağın çocukları, gençleri futbolu da çok severdi. Husrevpaşa İlkokulu'nun Hacıbekir Caddesine taraf olan yanı boş arsaydı. Orada bizim sokağın çocuklarıyla Sertli (Siirtli) sokağının çocukları maç yaparlardı. Siirtli sokağı evimizin yanındaki Yüzbaşıoğlu sokağının karşı devamıydı. Futbol oynarken en büyük sıkıntı top olurdu. Ayakkabı tamircilerinden satın alınan ikinci el toplar sökülünce yine onlara diktirilirdi. İçlerine lastik top içi konur şişirtilir, oynanırdı. İç lastik patlayınca patlayan yeri zımparalamayı, solüsyonla yapıştırmayı her çocuk bilirdi.

İlkokul dördüncü sınıfa geçtiğim yıl taşındığımız o zamanki Belediye Garajı'nın üst tarafındaki sokağın zaten her tarafı boş tarlaydı. Top oynayacak yer çok fazlaydı. O tarlalarda, yolun kenarında kuyular, kuyuların içinde de güvercinler vardı. Cesur çocuklardan o kuyulara girip güvercin yakalayanlara gıpta ile bakılırdı. 

Anlatıldığına göre aynı hat üzerinde belli aralıklarla açılmış o kuyuların altından vaktiyle yakındaki Erek Dağından şehre su sağlayan kanallar geçermiş. Zamanla o su kanalları kuyu kazıcılar, yerel adıyla kenkanlar tarafından yapılan kazılarla köreltilmişti. Kimileri kenkanların kendilerine su kuyuları açma işi çıksın diye bilinçli olarak kehrizleri "batırdığını" söylüyorlardı.

Yeni mahallemizin karşısında evlerimize yaklaşık 500 - 600 metre mesafede şehrin bahçelerini sulayan beton sulama kanalı vardı. Kanaldan gürül gürül su akardı. Yaz günlerinde çevreden bulduğumuz büyük taşları kanalın içine atar, gelen suyun önünü keser, biraz derinleşmesini sağlar ve orada yıkanırdık.

Biraz büyüyünce bahar aylarında Erek Dağından kar getirmeye ya da uşkun toplamaya da gitmeye başladık. O bizim için inanılmaz bir maceraydı. Güneşin altında dağa tırmanırken susardık. Bildiğimiz su kaynaklarına gider yere eğilir, iki elimizi toprağa dayar ve kaynaktan kaynayan ya da dereden akan suyu içerdik.

Karın bir kısmı biz eve ulaşıncaya kadar erirdi. Yine de kalanları bir kaba koyar, içine pekmez karıştırır büyük bir iştahla kaşıklardık.

Husrevpaşa İlkokulunun karşısındaki evde yaşarken komşumuz fötr şapkalı Hacı Baba'nın arkasından koşar, "hacı leylek havada, yumurtası tavada, çağırın gelsin et yesin, et yemezse dert yesin" tekerlemesini söylerdik. Hacı baba bazen aldırmaz, bazen de elindeki şemsiye ya da bastonla bizi korkuturdu ki esas o hoşumuza giderdi.

 "Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor" tekerlemesi de popülerdi.

O zaman pamuklu şeker vardı. Dondurmacılar dondurmalarını karla ve mekanik gereçlerle çevirerek yapıyorlardı.

Dini bayramlar geldiğinde en çok sevinen elbette çocuklar olurdu. Bize alınmış olan bir çift ayakkabıya, bir çift çoraba ya da başkaca giysilere çok sevinirdik. Mevsim kışsa annemizin ya da ninemizin ördüğü yün çorapları, kazakları da giyerdik.

Şeker toplamak için, yeni giysilerimizi insanlara göstermek için sabahı zor ederdik.

Aile ve komşuluk bağları çok güçlüydü. Mutlaka ziyaretlere gider, ziyaret edilirdik. Ara sıra para verenler de olurdu ama genellikle şeker ve fındık dağıtılırdı. Elimize geçen paralarla fırfıra (topaç) ya da bilye alırdık. Fındık alanlarımız da olurdu çünkü çokça fındık oynanırdı.

Fındık oynamak için yerde ve genellikle bir duvarın dibinde, toprakta milav adını verdiğimiz, bir yetişkin avucu kadar çukurlar açardık. O çukura belli bir mesafeye çizgi çizerdik. Elinde yeteri kadar fındığı olan iki oyuncudan biri milavın başında oturur bekler, diğeri de elindeki muhtelif sayıdaki fındığı milava atardı. Milavdan dışarı kaçan fındıkların tek ya da çift sayıda olmasına göre kazanan belirlenirdi. Dışarı çıkan fındık sayısı tek ise milavın başında oturan o fındıkları alır, sonraki atış hakkını kazanırdı, çift ise fındıkları atana atılan fındık sayısı kadar verir, milavın başında beklemeyi sürdürürdü. Milavdan hiçbir fındık kaçmaması haline "kalıp" derdik ve o atış atan kişinin kazanmasını sağlardı. 

Fındıkları tüketip diğerlerinin yardımına muhtaç olan çocuk da milavın başına oturur kendisine verilecek bir - iki fındığı beklerdi. O yardım fındıklarının adı da "dımbıl"dı.  Dımbılla ilgili yerel dilde "oturmuşam kalkmanam, dımbıl üzüne bakmanam" şeklinde bir de deyim vardı. Dımbıla tenezzül etmem anlamında kullanılan.

Kimi evlerde çocuklara iğde, kuru üzüm, leblebi, çekirdek ya da ceviz verildiği de olurdu.

Tabii bizim çocukluğumuzda sigara toplumun başlıca bağımlılığıydı ve karton kaplı sigaralar bolca tüketilirdi ve sigara kutularının kapakları da iyi bir oyuncaktı. O zamanın sigaraları olan Yenice, Bahar, Gelincik, Çamlıca ve adını şu an anımsayamadığım diğerlerinin kapaklarını toplar yere çizdiğimiz bir halkanın içine iki taraf eşit miktarda koyar, elimizdeki leppik (yassı) taşla vurup halkadan dışarı çıkarmaya çalışırdık. Birimiz çıkaramayınca leppik diğer arkadaşa geçerdi. Bütün kapaklar çıkıncaya kadar oynardık. Bu oyunu kibrit kapakları ve gazoz kapakları ile oynadığımız da olurdu.

Elbette okulda körebe, mahallede saklambaç ve uzuneşek de oynardık. Bir de melikan oyunu vardı oynadığımız. Ellerimizdeki uzun sopalarla kısa bir sopa parçasını vurup uzaklara atardık. En uzağa atan kazanırdı. Şu an nasıl oynandığını anımsamadığım hayvan kemiği ile oynanan bir aşık oyunu da vardı.

Biz çocukken o zamanın okul kitaplarındaki şiirleri ezbere bilirdik. İlkokula başladığımızda söylediğimiz "daha dün annemizin kollarında yaşarken / çiçekli bahçemizin yollarında koşarken / şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk / sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz" çocuk şarkısı ile ve diğerleriyle mutlu olurduk.

İlkokul birinci sınıfta okuduğumuz ilk kitap olan Alfabe "karga uçtu az gitti, dere tepe düz gitti, müjde alfabe bitti" şeklinde bir parça ile biterdi.

Biz çocuktuk, zaman şimdiye göre o eski zamanlardı. Memleket Van'dı.

Yazarın Diğer Yazıları