Ömer Gündüz

Nemelazımcılık

Ömer Gündüz

Hepimizi üzen ve üzmeye devam edecek gibi görünen bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Ne diriyiz, ne de ölüyüz. Sağların mı ölülerin mi selamına muhtacız, bilemiyorum? Ama bildiğimiz tek şey var, o da şudur: Ne yaşam emaresi var, ne ölüm. Nemelazımcılıkla hem-hal olmuşuz. Tarihçiler Müslümanların Endülüs'ü kaybetmelerini, nemelazımcılığa ve zevkü sefaya saplanmalarına bağlamaktadırlar. Müslümanlar, o dönemde Hristiyan ve diğer toplumlarla iletişim kurup; onların kurtuluşuna vesile olacak gayreti göstermediler. Eğlence ve zevkten dolayı Güney Endülüs'ten ayrılmadılar. Neticede olan oldu.
Bir mal veya ürün ne kadar kaliteli olursa olsun onu pazarlayacak, insanlara tanıtacak ve reklam edecek bir faaliyet olmazsa yerinde kalacak ve bekleneni vermeyecektir. "İslam ne kadar da güzel, bir de onu tanıtacak davetçiler olsa!" vecizesi aynı gerçeği ifade etmektedir. Katolik kilisesi, Somali'de eğitmek üzere 30 bin Müslüman çocuğunu aldı. "Biru mağaralarında kendilerine yakışan yabancı insanları yiyen kabileler vardır. Buna rağmen misyonerler, oralara ulaştılar. İlk etapta onlardan çok kişi katledildi. Pes etmediler, dillerini öğrendiler. İncil'i dillerine tercüme ettiler, inançları istikametinde yeni bir dünya kurdular ve neticede oranın halkını Hristiyanlaştırmayı başardılar. Biz ise davetimizi komşumuza, çocuğumuza dahi götüremedik. Hz. Peygamber, islam'ı bir kaleye, Müslümanları da o kaleyi koruyan kimselere benzetir. Her Müslüman, kendisini İslam'a hizmetle sorumlu bilmeli ve şu bilinci taşımalıdır: "Yaşadığım halde İslam nasıl zayıf düşer?" Sorumluluktan gaye, kişinin hesap vermesi gereken durum veya yetenektir. Açılımı şudur: Ömrümde Allah için ne yaptın? İlmimle Allah için ne yaptım? Malımla, makamımla, yetkilerimle Allah için ne yaptım? Bölgem için, memleketim için ne yaptım? Vatanım ve İslam ümmeti için ne yaptım...?
Genelde, paradan, zevkten, spor ve eğlenceden bahseder dururuz. Ne hazindir ki; pek azımız, Sudan'da, Güney Afrika'da, Nijerya'da ve Arakan'da vb. yerlerde kilise havralara teslim edilen milyonlarca Müslüman evladının hal ve çaresinden bahsederiz. Çok uzaklara değil birde, yanı başımızda kendi şehrimizde yüzlerce gencimiz, alkol, uyuşturucu, ahlaksızlık ve israf bataklığının içinde debelenmektedir. Ne yazık ki bu gençlikle ilgilenmek veya bu gençliği mevcut bataklıktan kurtarmak için hiç bir gayretimiz yok. Bir misyoner, hafta da yüz saatini misyonerliğe ayırdığı halde, biz Müslümanlar ne yapıyoruz? "Kafirler de birbirlerinin dostlarıdırlar. Böyle yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" ayeti şu mesajı vermektedir. Ey Müslümanlar, siz insanlığın muhafızlarısınız, kainatın zübdesi ve efendilerisiniz, insanlığın rahat ve huzuru sizlere bağlıdır. Resul-i Ekrem, konuyla ilgili olarak şöyle buyurur: "Aralarında bir günah işlendiğini görüp bunu engellemeye güçleri yettiği halde, engellemeyen insanlara Allah'ın bundan dolayı genel bir azap vermesi muhtemeldir." Sultan I. Ahmet, Osmanlı ulemasından Şeyhülislam Muhammet Saadettin Efendi'ye şu mealde bir mektup yazar: Allah'ın Müslümanlara kesin yardım vaadi varken, neden gerçekleşmiyor? Neden Müslümanların başı musibetlerden bir türlü kurtulmuyor?" Saadettin Efendi, gelen mektubun altına gayet veciz bir cevapla, "Bana ne" ifadesini yazıp imzalar ve gelen elçiyle geri gönderir. Mektubu okuyan Sultan, kısa cevaba bir anlam veremez, hiddetlenir. Şeyhülislam'ın kendisiyle alay ettiğini düşünür. Kendisini yanına çağırtır ve mektubuyla neden ilgilenmediğini sorar. Şeyhülislam, aslında kısa cevabında her şeyi öz olarak anlattığını belirtir. Zira başta devlet ricali olmak üzere, ulema, halk ve diğer kesimler yaşadığımız durumdan, "bana ne" demekte ve sorumluluğu üzerlerinden atmaktadırlar. Asıl sorun işte buradadır. Yani asıl musibet; nemelazımcılıktır.  Çare, herkesin sorumluluk bilincinde olup üzerinde düşeni yapmasındadır. Bu açıklama üzerine Sultan, hadiseyi anlar ve Şeyhülislam'ı anlamadığından dolayı üzülür ve özür diler.
Yakın tarihimizden Üstat Hasan el-Benna, davet ve tebliğde güzel bir örnektir. Şöyle derdi: "Keşke şu davayı annelerin karnındaki ceninlere de ulaştırabilseydim." kendisi, abdest almasını bilmeyenlere abdesti öğretir, abdest ve ibadetlerin fazilet ve hikmetlerini anlatır, sonra namaza geçer, kendilerine namaz kıldırırdı. İkinci vaktinde bir yerde, yatsı vaktinde başka bir yerde, ertesi günün sabah namazından sonra, arkadaşlarından önce başka bir yerde hazır olurdu. Gece konferansta, gündüz seferdeydi. Yirmi yılda, Mısır'ın dört bin köyünden üç binini ziyaret edip, davetini ulaştırdı.
Peki anlatılan bu kıssalardan özetle bizlerin şu an ne yapması gerekiyor sorusuna verilecek en güzel cevap: Günümüz toplumun battığı bu bataklıktan biran evvel kurtulması için İslam'a sahip çıkmalıyız. Daha doğrusu kendimize sahip çıkmak için İslam'a sarılmalıyız. "Din nasihatten ibarettir" emrince harekete geçmeli, insanlarımızla en doğru iletişimi kurmalıyız ve doğru olanı anlatmalıyız. Bununla birlikte ilimizde ve yakın çevremizdeki sorunlara ve memleket problemlerine duyarsız kalmamalıyız. Defehaten Vansesi Gazetesi'nde teşekkürü bir borç bildiğim; Sayın İkram Kali beyefendinin dile getirdiği yereldeki memleket sorunlarına ve benzeri hatırlatmalara kulak vermeliyiz. Her bir Vanlı hemşerimiz kendi konumunda elindeki gücü nispetince iyi ve yararlı işleri gündeme taşımalı ve bunlara destek vermelidir. Aksine kötü olan ve şehrimize, toplumumuza zarar verecek her türlü yaptırım yada yanlış uygulamaya da legal yöntemlerle tepkisini göstermelidir ve bu yanlış gidişattan dönülünceye kadar mücadele azmini ortaya koymalıdır.
 Allah'ım, biz kullarına bilinçlenmeyi ve mücahede etmeyi nasip eylesin, gaflet uykusundan uyandırsın. Vesselam... 

Yazarın Diğer Yazıları