Şahbettin Uluat

Unutulanlar, unutulmayanlar, unutulamayanlar

Şahbettin Uluat

Unutmak ve Hatırlamak Üzerine

İnsan her şeyi değil ama gündelik ve sıradan pek çok şeyi unutur. Unutur ve aklına yük olabilecek şeylerin ağırlığından kurtulur. Bu insanın doğasında vardır. Unutarak bir yandan kimi olumsuz olayların baskılarından kurtulur, rahatlar, öte yandan uzun süre kullanılmayan bilgileri, anıları da kaybeder.

Evrenin neredeyse her zerresine sinmiş olan doğal denge hali insandaki unutma ve unutmama durumlarında  da kendisini gösterir. Çoğumuz zaman içerisinde bir şeyleri unutur, onların bazılarını ihtiyaç duyduğumuzda anımsarız. Birer hastalık değilse eğer, unutup anımsamama da, hiç unutmama da nadir hallerdir. Bedenlerimiz, yüzlerimiz, fikir ve inançlarımız gibi unuttuğumuz ve anımsadığımız şeyler de diğer kişilerdekilerden farklıdır, özeldir. Çünkü olaylara bakışlarımız, önemli ve önemsiz bulduklarımız farklıdır. 

Zaman, bildiklerimizin üzerine toz yayıp duran yaşlı bir büyücü gibidir. Yayar ve yaşayıp öğrendiklerimiz arasında vakti gelmiş olanların üzerini örter. Bir şekilde parçası ya da izleyicisi olduğumuz ama yeterince etkilenmediğimiz sıradan şeyleri ulaşılmaz kılar, unutturur.

Ancak sivri uçlu, kaygan ve çeşitli renklerde kimi yaşanmışlıklar, sözler ve sesler vardır ki onlar üzerimizde ciddi ve kalıcı etkiler bırakmış oldukları için zamanın tozlarına teslim olmazlar, direnirler, hep anımsanırlar. 

Onlar arasında altın rengindeki ışıldayan ve göz kamaştırıcı olanları da çoktur, kapkara ve iç karartıcı olanları da, bu ikisinin arasında çeşitli renklerde ve tonlarda duranları da. Onların üzerine serpilen tozlar kayıp aşağıdaki yerlerde toplanır; üzerlerini kapatamaz.

O altın renginde, göz kamaştırıcı olanlar yaşamımızda olumlu anlamda önemli yer tutan anılar ve sözlerdir. Çoğunu ölünceye kadar unutmaz, unutamayız.

Onların altın renginde olanları bizi mutlu edenlerdir. Örneğin, babamızın bize karne hediyesi olarak bisiklet ya da bilgisayar aldığı gündür ya da ilk aşık olduğumuz, sevdiğimizi ilk kez öptüğümüz gündür. Kimilerimiz için, üniversiteyi kazandığımız /  bitirdiğimiz, hac sırasının bize geldiğini öğrendiğimiz ya da hacca gittiğimiz gündür. Köyden şehre, taşındığımız gündür. Bebeğimizin ilk adımlarını attığı, ilk kez baba ya da anne dediği gündür.

Siyah renkli olanları en yakınımızdakini yitirdiğimiz gündür; okuldan ya da işimizden kovulduğumuz gündür. Trafik kazası yaptığımız ya da sevgilimiz tarafından terk edildiğimiz gündür. Sevdiğimiz birinin zor bir durumdaki çığlığıdır.

Bu unutulmayan çeşitli renklerdeki kaygan uçların içinde doğrudan doğruya bizimle ilgili olmayan ama bizim ilgi alanımıza girdiği için önemli saydığımız şeyler de vardır.

Falanca toplum büyüğünün önemli bir çıkış yaparak tarihe iz bırakması ya da vefatı; bize doğrudan ciddi anlamda dokunmasa da yaşanmış bir coğrafi ya da sosyal felaket, kişisel ya da toplumsal anlamda yaşamımızda ciddi değişim ve dönüşümüne neden olan herhangi bir şey, taraftarı olduğumuz takımın şampiyon olduğu maç  bunlar arasında sayılabilir.

 O bizim için anlamlı ve önemli oldukları için unutmadıklarımızı, unutamadıklarımızı zaman zaman gündeme getirip konuşuyor olmamız da doğal bir şekilde belleğimizi yeniler. Anımsamamıza destek olur.

Öte yandan bazen de sohbetin birinde adı geçen bir insan, bir yer adı, bir benzer olay bizlere yıllarca belleğimizin bir yerinde uyumakta olan bir başka insanı uyandırıp ayağa kaldırır veya bir başka yeri ya da olayı gözümüzde canlandırır, anımsamamızı sağlar.

***

Fayık ve Kayık

Unutmadığımız şeylerin çoğu belleğimizin taze ve güçlü olduğu zamanlara aittir. Dünyayı algılamaya, anlamaya başladığımız çocukluk ve ilk gençlik yılları da tam o dönemlerdir.

Artık 92 yaşına basmış olan babamı her ziyaretimizde bir ara mutlaka eski günlerine döner ve bizlere kendisinin bizzat yaşadığı, tanık olduğu ya da işittiği şeyleri anlatır. Kendi aklındaki sivri uçlu, kaygan ve toz tutmayan, çeşitli renklerdeki sözleri, sesleri, olayları bizlerle paylaşır. Bazen bir  şeyi birkaç kez yineler.

Anlattıkları genellikle şehrimiz Van'ın bizim yetişmediğimiz zamanlarına aittir. Birçoğu, başkaları için sıradan şeylerdir. O günlerin Van'ı sade ve sakin bir yerdir. Özel araba dönemi henüz başlamamıştır. Babamın ifadesine göre, birkaç örnek dışında iki, üç katlı bina da yoktur. Beton yapı yoktur, taşla döşenmiş nadir yerler vardır ama asfalt yollar yoktur. Vilayet binası, belediye binası, devlet hastanesi tamamı kerpiçten yapılmıştır.

O günlerin anıları da doğal olarak sıradan gündelik olaylara dairdir.

Onlardan biridir, Fayık ve kayık. 

Zamanını tam olarak kestiremesem de, 1930'lı yılların sonları ile 1940'lı yılların başlarında Van'da ve büyük olasılıkla Şamranaltı Mahallesinde Süleyman Efendi adında,  iki erkek evladı olan bir zat yaşarmış.

Adamın oğullarından birinin adı Neset'miş. Neset, güçlü, sağlıklı, esprili bir gençmiş. Şakayı, eğlenmeyi severmiş.

Mesela bir defasında o zamanlar için kendisinden küçük olan babamı yaramazlık yaptığı için gülerek ayaklarından tutup yüksek bir yerden aşağı sallamış.

Başka bir defasında da anacığına bir şaka yapmış.

Sokaklarından geçen yaşlı biri olan Ali Dede'ye musallat olan çocuklar adamcağızın etrafını sarıp,

"Ali Dede dom dom,

 Sakalına kondum.

 Sakızı verdim çiğnedi,

 Ardına vurdum oynadı." 

diyerek rahatsız ettiklerinde onlara içerleyen  yaşlı adam yakında bulunan Neset'in yanına gelip, en kızgın haliyle "bu çocuklar kimin" diye sorunca Neset de hiç mi hiç ilgisi yokken kendi annesini göstermiş ve hiç ilgisi olmadığı halde "işte çocukların annesi bu kadın" deyivermiş.

Ali Dede bu kez gözlerini kısıp elini öne doğru uzatarak Neset'in annesine dönüp "Behey kalt.k, pırpırın to..mu gibi bunları ortaya dökmüşsün, bari sahip çıksana!" diye çıkışmaya başladığında kadın neye uğradığını bilmez, şaşkın haldeyken, oğul Neset katıla katıla gülüyormuş.

İşte o esprili ve babamın ifadesine göre hoşgörülü, efendi bir genç olan Neset, günün birinde Van Gölü'nde, yani bizim deyimimizle denizde yüzmeye gitmiş  ve sahilden biraz fazla açılmış.

Yorgunluk ya da bir rahatsızlık yüzünden geri dönemeyeceğini anlayınca da korkmuş, bulunduğu yerden "kayık, kayık, kayık" diye bağırmaya başlamış.

Sahilde bulunup da sesini işitenler denizde bağıran ve aslında iyi bir yüzücü olan Neset'in o ara sahilde bulunan arkadaşı Mıtrıp Fayık'ı çağırdığını zannetmişler. Gerçekten sıkıntıda olabileceğini hiç mi hiç düşünmemişler. "Kayık, kayık, kayık" çığlığını "Fayık, Fayık, Fayık" diye algılamış, önemsememiş, yaşanmakta olan can pazarını fark etmemişler. 

Öyle olunca da gerçekte yardım isteyen ve kayık gönderilmesi için bağıran Neset suda boğulmuş.

Olayın anlaşılmasından sonra da evladına fazlasıyla düşkün olan annenin durumu dikkate alınarak cenaze çok bekletilmeden kaldırılmış, Eski Edremit Yolu yakınındaki mezarlığa defnedilmiş.

Defin işleminden bir müddet sonra mezarlığın yanından geçmekte olan biri de o mezardan gelen sesler işittiğini; oraya gömülmüş olan kişinin ölmeden mezara konulmuş olduğu iddiasında bulunmuşsa da iddianın ne derece gerçek olduğu öğrenilememiş. 

Babamdan birkaç kere dinlemiş olduğum bu olayı hemşerimiz Murat Oto tarafından kaleme alınıp gazetemiz Vansesi'nde yayınlanan "Van Türkülerinin Unutulmaz Değeri Mıtrıp Faik Erener" başlıklı yazıda adı geçen Mıtrıp Fayık'ın aynı kişi olup olmadığını merak edip kendisine sorup öğrendikten sonra yazıp, paylaşmaya karar verdim.

Evet, ikisi de aynı kişiden bahsediyorlardı. Babamdan öğrendiğime göre onun sözünü ettiği Mıtrıp Fayık de müzisyendi. 

Murat beyin makalesi beni babama, babamı da yeniden geçmiş günlere götürmüştü.

Bu topraklar üzerinde bizlerden önce yaşamış, maddi manevi her türlü yoksullukları ve zenginlikleri paylaşmış atalarımızdan, hemşerilerimizden yukarıda adı geçenleri de, geçmeyenleri de bu vesile ile bir kez daha rahmetle anıyorum.

Savaştan harabe olarak çıkan Van'ı yeniden ayağa kaldıran kuşak onlardı.

Onları da tanımak, yeri ve zamanı geldiğinde anmak, bizden sonraki kuşaklara tanıtmak bu şehre karşı sorumluluklarımız arasındadır.

Yazarın Diğer Yazıları