Prof. Dr. Ahmet Özer

Sözün namusuna ve insan onuruna bağlı bir yazar: Yaşar Kemal (1)

Prof. Dr. Ahmet Özer

Giriş. 

28 Şubat, Yaşar Kemal’in ikinci ölüm yıldönümü. 28 Şubat 2015 yılında ölmüştü söze ve insan onuruna bağlı büyük yazar… İnsanlar doğar, yaşar ve ölürler: Ancak bu süreçte değer yaratanlar bu değerleri ile eserleriyle yaşarlar. Kişiler ölümlü, eserler ise ölümsüzdür. Yaşar Kemal de öldü ama eserleri her zaman yeni insanlarda, yeniden yaşayacak,  soluk bulacaktır.

 

Ne mutlu ona kuyruklu bir yıldız gibi geçip gitti iz bırakarak. Adına bir vakıf kuruldu ölümünün ardından, Yaşar Kemal Vakfı. Vakfın Konseyi Başkanı Zülfi Livaneli “bu vakıf büyük ustanın hem anısına hem yapıtına bir saygı duruşudur” diyor.  Vakıf başkanı eşi Ayşe Baban ise  “onun için sesini duyuramayanların sesi denmiştir” diyor. O Fiziki olarak öldü ama bizler onun dinmeyen sesini duyurmaya devam edeceğiz. Bu ses hiç susmayacak, hiç susmamalı.

 

Ata baba toprakları

Yaşar Kemal aslen Van’ın Ernis köyündendir. Ernis, Muradiye’den Erciş’e giderken Vangölünün kuzeyinde Sor vadisinin doğusunda yeralır. Denizin kenarında (Vanlılar Van Gölüne genellikle deniz der) yeşillikler içinde kurulu güzel bir yerdir burası. Enver Paşa’nın, Ruslar karşısında Sarıkamışta orduya yaşattığı o büyük hezimetten sonra buradan göç başlamıştır. Rusların Osmanlı topraklarına kuzeydoğudan girmesiyle, seferberlik başlamış, imparatorluk kendi tebasını koruyamayınca, herkes canını kurtarmanın derdine düşmüş, göçe tabi olmuştur. Korumasız bir biçimde Rus ordularının önünden can havliyle batıya, doğuya ve özellikle de güneye doğru kaçmışlardır.

 

On binlerce insan gibi, Yaşar ailesi de (soyadları Yaşar’dır bu ailenin) bu ata baba topraklarını terkederek kendilerini zar zor Çukurova toprağına atar. O yıllar anaların evlatlarını attığı, canını kurtarmak için durmaksızın kaçtığı yıllardır. Hal böyle. Tabi sadece Rus işgali yok bu yıllarda, aynı zamanda kıtlık ve kıran da vardır. Enver Paşa yenilgiden sonra İstanbula kaçıp, bu olayın üstünü yasaklarla kapatıp, ülkeyi İttihatçılarla başka badirelere sürüklerken, insanlar, sadece Rusların süngüleriyle değil aynı zamandan hastalıktan ve açlıktan ölmektedir. Özellikle çocuklar, yaşlılar ve kadınlar topluca açlıktan ve hastalıktan ölüyordu. İşte bu yıllarda Yaşar Kemalın ailesi de köylerini, mallarını, mülklerini arkalarında bırakarak açlık, yokluk ve sefalet içinde büyük bir kaçışla gelip Adana Kadirli’nin Hemite Köyüne yerleşirler.

 

İçimdeki ukde

Büyük üstadın, ölmeden önceki yıllarda bana “Ahmet ölmeden beni köyüme götür, oraları dünya gözüyle takrar göreyim” sözü içimde uktedir. Nitekim kaç defa teşebbüs ettimse de sevgili eşi Ayşe Baban sağlığı elvermez, diye izin vermedi. Ancak onun büyük anısı içimizde ve ata baba topraklarında ve tüm Anadoluda yaşıyor ve yaşamaya da devam edecektir. Toprağın bol olsun, ışıklar içinde yat sevgili Yaşar Abi.

 

YAZARLIĞININ KAYNAKLARI

A) Üç Travma

Yaşar Kemal’ın yazarlığının oluşum sürecinde bana göre üç travma, üç coğrafya ve üç beşeri kaynak söz konusudur. Yazarlığının kaynaklarında en önemli üç travmadan biri ailenin büyük badirelerle ve büyük bedeller ödeyerek ata baba topraklarını terke zorlanmasıdır. Nitekim bu unutulmaz kaçışı ‘Kimsecik’ romanında müthiş bir dille anlatır bize.

 

İkinci büyük travma babasının kardeşliği tarafından gözü önünde öldürülmesidir. Kardeşliği, Yağmurcuk Kuşu serisinde anlattığı Salmandır, ancak Salman gerçek kardeşi değildir. Aile Van’dan kaçarken, Urfa civarında aç susuz perişan bir halde kurt sürüleri gibi dolaşan çocuklara rastlar. Yaşar Kemal’in babası Sadık Bey; yolda bir ağacın altında, yaralı bir çocuk bulur. Yaralarına kurt düşmüş, ölmek üzere olan bir çocuktur bu. Annesi çocuğu yıkar, yaralarını temizler, derman bulur iyileştirir. Sonra yol boyunca bu çocuğu sırtlarında taşıyarak getirirler Çukurova’ya kendileriyle birlikte. Sahiplendikleri ve kurtardıkları bu çocuğa ikinci bir oğul muamelesi yaparak büyütürler. Selman büyüyüp geliştiğinde babası Sadık Bey’e taparcasına bağlıdır. Ne ki aynı zamanda Sadık Bey’in onu yeterince önemsemediğini, diğer kardeşini ona tercih ettiğini düşünür durur. Adeta kendini kanıtlamak adına bir gün kendisini bulan, büyüten adamı (yani Yaşar Kemal’in Babasını) namazın üzerindeyken öldürür. Bu Yaşar Kemal için ikinci büyük travmadır.

 

Üçüncüsü de dayısı kestiği kurbanı post ederken bıçağının kayarak Yaşar Kemal’in sağ gözüne saplanması ve gözünün kör olmasıdır. O bir gözünün sönen ışığını diğer gözüne yüklediği müthiş ışıkla bütün dünyayı aydınlatmaya çalışacaktır. Salmanın babasını öldürmesi olayı ile insana kin tutmadan onun iç dünyasını anlamaya çalışacak; insanoğlunun değişim macerasının peşine düşecek, aydınlatmaya çalışacaktır.

 

Büyük gücün karşısında güçsüzün çaresizce kaçışı ise onda zalime karşı mazlumun destansı mücadelesinin anlatısına dönüşecektir. Kanımca Yaşar Kemal’in içindeki cevheri yakıp eriten ve onun aydınlık saçarak çıkmasına vesile olan şey bu üç travmatik olaydır.

           

 

b) Beslendiği coğrafyalar

Tabi birde işin kaynakları, beslendiği coğrafyalar ve bu coğrafyalarda gürül gürül akan yaşamlar vardır. Yüksek bir gözlem gücüne sahip usta yazar bundan müthiş etkilenmiş onu yazıya ete kemiğe büründürmüş yeniden toplumun içine salmıştır.

 

Yaşar Kemal’in damarlarının içinde kök saldığı durmadan beslediği toprak, çevre ve insandır çünkü. Bunları da üçe ayırabilirim. Birincisi onun atalarının geldiği Van ve çevresinin destansı olaylarıdır. Eşkıyalar, ailesinin yaşantısı, gelenekleri ve bu eşkıyalık hikâyelerinin, geleneklerin, yaşantıların başta annesi olmak üzere aile fertleri tarafından ona sürekli anlatılmasıdır. Nitekim röportajlarında her fırsatta söz eder bundan. Ayrıca namlı bir eşkıya olan dayısı Mahıro’nun, başyapıtı sayılan,  İnce Memed romanındaki etkilerinden bahsetmek mümkündür.

 

İkinci önemli coğrafi kaynağı onun romanlarının ana yurdu olan Çukurova’dır. Buradan, yaşadığı bildiği topraklardan beslendi, çocukluğundan. Bir yazarın en büyük banka hesabı çocukluğudur. Onun çocukluğu Çukurova’da geçmişti. İstanbul’da oturuyor ama Çukurova’yı yaşıyor, Çukurovayı yazıyordu. Çünkü ağaç kökünden yükselir. Onun kökleri Çukurova, gövdesi Türkiye, dalları bütün dünya, yaprakları bütün insanlıktı. O yüzden nasıl ki Faulkner’ın Yoknapatawpha’sı varsa, Yaşar Kemal’in de Çukurova’sı vardı. Hatta o, her yazarın mutlaka bir Çukurova’sı olmalı diyordu. Tıpkı James Joyce’nin İrlanda’sı,  Man’ın Meksikası, Puskin’ in Petersburg’u, Dostoyevski’nin Moskovası, Tolstoy’un Çiftli’ği gibi.

 

Çukurova’daki toplumsal yapıyı; sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel bağlamda ele alan yazar Yaşar Kemal; muhabirlik yaptığı yıllarda köy köy dolaşmış şevkle yaptığı işinde;  toplumsal düzeni köylüler üzerinden ele alarak köylülüğün bu yapıda önemli bir rol oynadığını bizlere Çukurova üzerinden aktarmıştır. Yaşadığı yörenin halkı ile bütünleşerek sanatını halk için yaptığını şu sözler ile ifade eder: ‘Ben iki şeye inanırım. İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine; halk ve doğa. Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. Benim sanatım, içinden çıktığım sınıfın yani proletaryanın çıkarlarının emrindedir. Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum’.

 

Soyal, siyasal yapıdan devşirdiği tipler, karekterler, olaylar, yerler. Ağalar, Beyler, köylüler, Toros Dağları, Anavarza Kayalıkları, Akçasazlıklar, yanıp kavrulan suya hasret topraklar, toprağa hasret köylüler.. Ve bunların arasındaki sınıfsal kavgalar, çekişmeler ve insanoğlunun büyük trajedisi. Ve insanoğlunun iç dünyası, psikolojisi, bu psikolojinin altında yatan saikler, onu harekete geçiren nedenler  ve illaki ağaların beylerin zulmüne uğramış, onun deyimi ile sırasında dünyanın en korkak, sırasında dünyanın en kahramanları köylüler.

 

Abdi Ağa, Kel Hamza gibi ağa tiplemeleri, onlarında üstünde devletle kurucu elitle irtibatlı Arif Saim Beyler, Ali Sefa Beyler. Onların kulu kölesi Rızalar, Âdemler, İsalar, Musalar ve zülme başkaldıranlar, İnce Memedler, Gezik Duranlar, Çerkez İdris Beyler, Kürt Reşitler. Ve sırası gelince içindeki kahramanı parlatan köylüler, Yaşlı Süleymanlar, Sarı Ümmetler,  Koca Dursunlar, Kadınlar, Yiğit yürekli kadınlar. Irazcalar, Hatceler, Hürü Analar. Yel Musalar, Topal Aliler vs.

 

Bütün bunlar Kemali’in romanlarının anavatanı, Çukurova’nın yaşayan capcanlı, bugün bile orda burada bulacağınız kahramanları, tipleri, karakterleri. Yaşar Kemal onları ete kemiğe büründürüp evlerimizin içine taşıdı. Sadece Türkiye’nin değil, 42 dile çevrilmiş eserleriyle yedi kıta dört düvele taşıdı onları. Büyük kalıcı bir hizmet yaptı insanlığa.“Ben söze ve insanın onuruna bağlıyım” diyen bir yazardır o. Özgürlük eşitlik, insan ve doğa sevgisi, kültürel farklılıklara saygı gösterme ve sahiplenmedir düstürü ve ideali.   

 

Ve üçüncü, beslendiği kaynak da tüm Anadoludur. Anadolu’nun bütün köşeleri, köyleri, kasabaları,bucakları dağları. Gazetelik için röportajlar yaptığı on iki yıl boyunca Anadolu’yu karış karış  gezdi dolaştı. Oralardaki insan manzaralarını gördü, hikayler, masallar dinledi. İbreti alem olaylara tanıklık etti, yaşanmış trajedileri dinledi. O azametli yapısıyla onlarla ağlayıp o devasa kahkahalarıyla onlarla güldü.

 

Travmalar zaten içindeki ateşi alevlendirmişti, Anadolu’daki yaşantılar, Van dağlarında şahit oldukları ve Çukurovada gördükleriyle o alev bu yaşam paratiklerini tutuşturdu, yandı, alevlendi. Bir büyük yangın oldu tıpkı onun Ali Dağı’nın başında yaktığı büyük ateş gibi. Ve Yaşar Kemal’in içi bu olaylar ve gördükleriyle kurşunun ateş üstünde erimesi gibi eridi, yepyeni bir kimya meydana geldi.

 

c) Etkilendiği yazarlar, şairler ve kitaplar

İşte o büyük yangınların içinde eriyerek yeniden oluşan kimyanın yeni kalıplara dökülmesi, yeniden hale yola girmesi gerekti. Bu noktada ise beşeri ilişkileri rolünü oynayacaktı. Kanımca bunda da üç şey etkili oldu. Bunlar okuduğu kitaplar, kurduğu ilişkiler, tanıdığı insansanlardır. Destan, insan ve stran ilişkisi diyorum ben bunlara.

 

Yaşar Kemal bir kitap kurduydu. Okula giderken, babasının ölümüyle fakirliğe düşüp ırgatlık yaparken, sinamalarda çalışırken, arzuhalcilik yaparken, çeltik tarlası bekçiliği yaparken, çırçır fabrikası yazıcılığı yaparken, bütün bu işlerde bulunurken bile hep okudu. Biriktirdi. Okudukları ve birktirdikleri daha sonra bir çeşmeden berrak bir su gibi gürül gürül akacaktı.

 

Rus klasiklerini, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Puşkin’i, Gorki’yi, Şolohov’u daha o yıllarda ezbere biliyordu. Fransız Klasiklerini, Balzac’ı, Hugo’yu, Moliere’i okudu. Modern romanın başlangıcı sayılan Cervantes’i, Man’ı, Joyke’yi, Stendal’ı, Dikkens’ı, Kafka’yı ve diğer onlarca yazarı okudu, onlarla hemhal oldu; okudu, emdi biriktirdi. Sıra emdiklerini vermeye geldiğinde hiç zorlanmadı o yüzden.

 

İnsan ilişkisi de çok önemli onda. Daha genç yaşlarda Abidin ve Arif Dino ile tanıştı. Özellikle Arif Dino’nun onun hayatında çok büyük etkisi oldu. Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Orhan Kemal, Sait Faik, Nurullah Ataç, Sabahattin Ali ve diğerleri.. Bir çok şair, yazar, sanatçı, edebiyatçı dostu vardı.  Cumhuriyet gazetesinin kurucusuYunus Nadi ile tanıştı. Sonra İstanbul’un entelektüel ve sanat çevresi. Onda eriyen kurşunlarının nasıl kalıplara döküleceğine yardımcı oldular. Ve destanlar, masallar, yaşanmış hikayeler.

 

Yaşar Kemal bir destancıydı aynı zamanda. Annesinin masallarıyla büyülenmiş, köylerine gelen destancıların destanlarıyla büyümüştü. Kozanoğlunun hikayesini söyleyen Dadaloğlu’nu biliyordu. Gözü kör olduğunda kekeme olmuş dağlara kaçmıştı. Aslında o destanların yurdu dağlara sığınmıştı. Günlerce kendi kendine söylemiş, sonunda hem dili açılmış hem de ismi aşık Kemal’e çıkmıştı. Eşkıya hikayeleri, köy masalları, Kaf dağının ardında geçen masalları dinlemişti. Binbirgece masalları, Şehname, Odysseia, Don Kişot, Hint masalları, Alman masalları, Kürt masalları, Türk söylenceleri.

 

Folklor merakı onu halk söylencelerini, türkülerini illa da ağıtlarını derlemeye kadar götürmüştü. O bilerek ya da bilmeyerek bir hazineci olmuştu. Her yerden, insanlardan, Anadolu’dan, Çukurova’dan, destanlardan, ağıtlardan bu hazineye her gün yeni şeyler akıyor ha akıyordu.O bu hazinenin kapısında duruyordu. Günü geldiğinde o ambar bunca şeyi taşıyamaz oldu. Bent patladı, gürül gürül aktı, hazine etrafa topluma doğru aktı gitti.

 

Cevheri mücevhere ceviren adam

Kimi mücevheratın adı İnce Memed oldu, kiminin Sarı Sıcak, kiminin Teneke, kiminin Demirciler Çarşısı Cinayeti, kiminin Kale Kapısı, kiminin de Karıncanın Su İçtiği… Höyükteki Nar ağacı,  Yılanı Öldürseler, Deniz Küstü, Akçasazın Ağaları. Ve daha niceleri. Ciltler ciltleri izledi…

 

Binlerce on binlerce sayfa saçıldı. Kelimeler dile geldi. Cümleler ovaları dağları resmetti. Sayfalar insan olup, aşk olup dile geldi. Korku olup, kahramanlık olup canlandı. Onları büyük maharetle canlandırdı Yaşar Kemal. Hepsinde nice derin hazineler saklı. Hem de insanlığa yararlı. Onları yaptı, yarattı, sonra saldı. Gidin karışın topluma, görevlenizi yapın dedi. Ve onlar,  Yaşar Kemal oldu, Yaşar Kemal onlar.

 

İlk yayımlanan eseri, Bebek öyküsüydü,  önce Fransızcaya, sonra İngilizceye, İtalyancaya, Rusçaya, Romenceye ve daha birçok dile çevrildi, birçok gönüle girdi. Sonrası aktı geldi, hiç durmadan. Kendini gördü her halk o eserlerde ve benimsendi her dilde onun eserleri. Livaneli’nin deyimiyle 'gözüyle kartal avlayan' yazar, akan zamana karşı eserlerinin aksine yavaş yavaş kayboldu aramızdan. O büyük kapıdan giren nadir yazarlardandı.

 

Ne ki 1923’de başlayan yaşamı 2015’de son buldu. Sadık’ın oğlu, Van Ernis sürgünü, Göğcelili Kemal gelip geçti bu dünyadan. Zaman hükmünü verdi. Ama zamana karşı, o ölümün elinden kurtardıklarıyla ölümsüzleşti. Kuyruklu bir Yıldız gibi..  Şimdi onlar her bir hayatta her bir insanda yeniden yaşamaya, ışımaya devam ediyorlar.

 

Yazarın Diğer Yazıları