Prof. Dr. Ahmet Özer

Şair ve şiire dair

Prof. Dr. Ahmet Özer

(21 Mart hem Nevroz hem Dünya Şiir Günü. Dolayısyla bu hafta boyunca şiirle bir şenlik ve şadlık yaşanacak. Nevrozu kutladık geçti, Dünya Şiir Gününü de bir yazı ile kutlamak istedim)

 

 

            Şiirin mahareti büyüktür

            Şair görünmeyeni görendir. Söylenmeyeni söyleyendir. Çok şeyi az kelimeyle dile getirendir. Bu uğraşta en büyük silahi ise sözcüklerdir. İnşaa ettiği o güzel görkemli yapının malzemesi sözcüklerdi. Çünkü bütün bunları söz ile sözcük ile yapar, hünerini sözcüklerle, sözcüklerden oluşmuş dizelerle gösterir.O yüzdendir ki şairin elindeki söz yiğidin elindeki kılıçtan daha keskindir.

            İnsanlar korkusuz insanları savaş alanlarında anarlar, oysa korkusuzluk için illa savaş alanında ölmek gerekmez. Öyle zamanlar var ki, kimsenin söylemeye cesaret edemediğini söyleyen biri çıkar. Bütün korkuları yıkıp atar. O an bu bir şairdir. O yüzden  en korkusuz insanlar şairlerdir.

            Korkusuz şairler, yazarlar, aydınlar herzaman  korkak iktidarların en korkulu rüyası olmuşlardır. Bir çok diktatör insanları sindirirken işe şarlerden başlamısı bundandır. Şairin sözü az söylemesine bakmayın siz, bazen kendisi az etkisi kaf dağı kadardır.  Ahmet Arif!in “vurun ulan vurun ben kolay kolay ölmem” demisi bundandır.

 

            Şairin silahı nedir?

            Şairlerin silah yapması için demire, bakıra ihtiyacı yoktur. Çünkü onlar için insanları sarsan silahları üreten yürektir. Şairdeki yangın yerine dönen yürek, demiri eriten körüğe dönüşür, bukörükte erittiği malzeme ise sözcüklerdir.Onları eritikten sonra kalıplara döker, çeşit çeşit imge burada can bulur, kan bulur çıkar. Sonra onlardan bir kısmı kurşun gibi işer,bir kısmı gönülden  gönüle  giden yollar yapar, köprüler kurar. Buda,bu diyarlarda yolculuk edenleri yüreklendirirken korkak iktidarları ise korkutur. İşte bu yüzden diktatörler halktan önce ona ulaşan kaynaklardan yani şairden, edebiyatçıdan başlarlar işe. Bu yüzden et kafalı diktatörlerin yönettiği hapislerde şairler vardır.  Ama şair boyun eğmez, gerektiğinde dünyaya kafa tutar. İçerde kalem kağıt bulamadıkları zaman damarlarını kesip zindan duvarlarına kanlarıyla şiirlerini yazmışlardır.

            Onlar, o aslan yeleliler karanlığa aldırmazlar. Etraflarını aydınlatmak için yakacak bir şey bulamadıklarında kendilerini yakarlar. Yaktıkları ateş o kadar etkilidir ki seyredenleri çoşau ğuroşa getirir.. Sonra yüzyıllar boyunca bu aydınlıkta parıldayan sözcükler unutulmaz, hep parlar, parladıkça da hep hatırlanırlar. Varın gerisini siz düşünün.

 

            Peki bunu nasıl başarır şair?

             Hani İnsan yürürken ayağına takılan sıradan taşlar var ya, onları bir düşünün. Oraya buraya gelişi güzel saçılmışlardır. İşe yaramaz sanır herkes onları. Oysa o taşlar usta bir duvarcının elinde çok müthiş bir esere dönüşebilir. Taç mahal böyle yapılmıştır. Diyarbakır Surları da. Süleymaniye de...

            Şair de tıpkı taş ustası gibi işe yaramaz sandığımız sözleri alır işler ondan değerli ve namuslu şaheserler yaratır. Bu yüzden şair aynı zamanda “namus işçisidir.”  Sözcükleri yüreğinin ateşi ile  eritir,  aklının menbaında kalıplara döker, sonra sırrını kağıda fısıldar, kağıt da gider okuyucuya söyler, böylece yayılır gider.. şiir olur, arşa yükselir. Artık bu noktada yaratı yaratıcısından çıkmıştır. Şair bu nktadan sonra meydana getirdiği eseri topluma salar. “Seni yaptım, yarattım;  bana düşeni yaptım, şimdi sıra sende, git ve görevini yap” der. “Yolun ve bahtın açık olsun” diyerek onu yola salar.. ardından son bir kezel sallar.. Güle güle git, yolun açık olsun.. Güle güle...  Derken ferahlamış bir yürekle yenisine döner, yeniden yüreği yeni şiirler için harlar...  İşte şair böyle çalışır, böyle yapar, yaptığını..

            Bir düşünün, günlük yaşamda her gün her ağızdan çıkan sözleri,  duyduğunuz sıradan sözleri.. Bir bakmışsınız şairin elinde bu sıradan sözler bambaşka bir şeye dönüşmüş. Çünkü şair onu öyle sıraya koyar, öyle dizer ki sanki tedavülden kalkmış altınları en geçer zamanda en geçer akçeye çevirir gibi.. , onları en kıymetli bir zamanda ve zeminde semaya salmış gibi.

 

            Şiirle  ne anlatır?

            İnsana dair ne varsa onu anlatır şiir. Aşkı, sevgiyi, korkuyu, intikamı, doğayı, kahramanlığı, ayrılığı, kavuşmayı, isyanı, zülme başkladırıyı anlatır. Yaşamda ne varsa onları anlatır şair. Kendi üslübünce, kendi kavlince, kendi meşrebince..

            Nazım’ın dediği gibi dağlardan toplar çiçekleri ovadaki çocuklara dağıtır. Tıpkı Bir arının dağdan bayırdan topladığı polenleri bal yapması gibi…O balda binlerce çiçeğin çeşit çeşit poleni vardır. Her biri kendi dallarında, yapraklarında, tomurcuklarında iken bal değildir. Ama arı onları bir araya getirip bir karışım elde ettiğinde bal olur.

            İşte şair de tıpkı bir arı gibi binlerce yıllık birikimlerden, gelenekten ve gelecekten süzerek getirdikleri ile yepyeni bir şey yapar. Şairin balı şiiridir. Her derde deva olan şiir…

            Bal nasıl çiçeklerin özü ise şiir de sözün özüdür. Konuşurken, okurken, bakarken orda burda gördüğümüz sözcükleri şair öyle bir dizer ki bir ustanın önce taşı yontması, sonra onları ustalıkla dizmesi gibi,  onlardan güzel binalar yapması gibi, o da sözcüklerden şiir binasını inşaa eder.Bu inşaada yapı taşları sözcüklerdir. Mimarisi yürekle beynin çizgilerinin çakıştığı ve çatıştığı alanda boy verir. Harcı ise günülde yanan aşktır.  Malezeme toplandığında inşaat başlar, yapı yükselir.. Bir süre sonra görenler hayretler içinde kalır.. Üstelik az malzemeyle çok şey yaparak.

 

            Neden az şey?

            Şairin mahareti budur. Az sözle çok iş yapmak. Çünkü şiir sözün özüdür. Süzülmüş en rafine halidir. Diğer edebi yapıtlar öyle değil. Söz gelimi roman fazlası olan metindir. Öykü ne kadar fazlalıkları atılmışsa bile gene de şiir gibi süzülmüş değildir. Roman maratonsa, şiir yüz metre koşusudur.Şiirde tek bir fazla sözcük bulunmaz. Daha doğrusu iyi şiirde bu böyledir.

            Şiir hem yazana hem okuyana yaşam sevinci verir. Ya olmayanlar? Bir toplantıda şiir sevdalısı Ali Uysal kürsüde dikkatimi çeken şöyle bir şey söyledi:. “Kışlada rap rap yürüyen herkese emir veren, askeri kolayından ölüme gönderen o azametli sandığımız Ergenekoncu generaller, darbecilikle suçlanıp içeri atılınca, hastalık raporu dahil bir sürü kaçma yolu arıyorlar. Bazıları da dayanamayarak intihar ediyor. Başkalarını ölüme gönderen bu generaller, bırakın ölmeyi, hapis sırası kendilerine gelince bunu neden vakarla karşılamıyor, intihar ediyorlar? Neden? Neden biliyor musunuz? Çünkü bunlar şiir bilmiyor. Şiirle hemhal olmamışlar da ondan” demişti. Ne güzel tesbit.Oysa Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Nerud’a gibi bir çok şair, yazar yıllarca hücrelerde, hapislerde yattılar, banamısın demediler, sonuna kadar hertürlü işkenceyle başa çıkarak dayandılar. Günlerce hapiste hücrede kalan Nazım dışarı çıkınca “Bugün Pazar/ Ve beni ilk defa dışarı çıkardılar” diyerek umutla şiirle meramını dile getiriyor, mavi berrak gökyüzünü bunca acıdan sonra görmenin sevincini dile getiriyor. Neden? Çünkü yaşam bir çeşit şiirdir, onlar şiir biliyorlardı. Bilenler yaşıyor, katlanıyor; bilmeyenler uçurumdan atıveriyor kendini..

            Evet, şiir yaşama sevinci veriyor insana. Oysa o generallerde yaşama sevinci yok. Çünkü şiir yok. Yaşamı dizayn etme hırsı var. Bu yerine gelmeyince boşluğa düşüyorlar ve kendilerini boşluğa savuruyorlar. Çünkü bir çeşit kendilerinin dizayn etmedikleri yaşamdan, yaşamaktan korkuyorlar. İşte şiir ve şiirsizliğin farkı budur…o nedenle her nerde ve nasıl olursanız olun mutlaka şiiri yaşamanıza katın...

 

            Bir başka husus da şiirin toplamsıllığıdır..

             Şiir şairin özlemlerini, gelecekle ilgili düşünlerini dile getirdiği gibi toplumun yaralarını da dile getirir. O nedenle Cenetti, “yarası olmayan gerçek şair olamaz” diyor.Büyük şairlerin yaralı insanlar arasından çıkması tesadüf değildir.

            Büyük aşkla yaralanmış, büyük ayrılıklarla hüzülenmiş, vatan hasreti ile çile çekmiş hatta egemenler tarafından hainlikle suçlanmış insanlar bunu hançereden haykırırlar. Bu sesi ancak bu dili bilenler duyar. Ezene karşı ezilenlerin ezilmişliği ile yaralanmış kimselerdir şairler. Kimsesizlerin kimsesizliği ile hemhal olmuş, sesi çıkmayanların sesi olmak istemiş insandırdır onlar. Zalime karşı mazlumun, mağura karşı mağdurun safındadır şair. İstençlerini, özlemlerini söze fısıldarlar onlar da gider kağıda söyler, böylece o gür ses ortaya çıkar. Şiir söz olur yüreğe akar, kurşun olur yürek yakar..

 

            Korkakların korkulu rüyası..

            Bir vadinin başında bir haykırışın bütün vadide inlemesi gibidir şairin dizeleri. Bir kavalcının küçük bir deliğe ufleyerek büyük ses çıkarması gibi.. Bir taraftan ufler öbür taraftan bütün ovaya yayılan nağmaler yayılır.  Çekiçle orsu dövmek, çeliğe su vermek gibi..

            Bu nedenle egemenler şiirden  fena halde korkarlar. Şair korkusuzlaştıkça korkakların korkulu rüyası olmaya başlar. O zaman egemen ya şairi susturur ya da hapseder, zaptü rapta alır. Olmadı sürer, oda yetmezse zindan atar ve bunların hiç biri şairi zap etmezse o zaman onu öldürmeye, ortadan kaldırmaya çalışır.İşte bu yüzden şair korkusuzdur. İşte bu yüzden korkakların korkulu rüyasıdır o.

Yazarın Diğer Yazıları