Prof. Dr. Ahmet Özer

HATIRLA(N)MAK VE UNUT(UL)MAK ÜZERİNE BİR İRDELEME ve BAZI DÜŞÜNCELER

Prof. Dr. Ahmet Özer

“…çünkü hafızamızda her çeşit şey bulunur; hafızamız, bir tür eczane, bir tür kimya laboratuvarıdır,

elimize tesadüfen sakinleştirici bir ilaç da geçebilir, tehlikeli bir zehir de.”

(Proust)

Üç önemli maharet

İnsan üç büyük haslete sahip bir varlıktır. Bunlar, yaşama arzusu, hatırlamak ve unutmaktır. Ölümden korkan bir varlık olarak yaşama sıkı sıkıya bağlanır insan. Lewra, ölüm bilincinin olduğu tek varlık kendisidir.  Sadece yaşamla ölüm değil, iyilik ile kötülük, nefret ile sevgi, fedakârlıkla kıskançlık, korku ile cesaret gibi bir birine zıt birçok hasletin birlikte içine tıkıştırıldığı yegane varlık da odur.

Peki, bunlar nerde nasıl yer alır onda, henüz tam olarak açığa çıkarılmış değil. İnsan kendi dışındaki dünyayı (bilim sayesinde) çözdüğü halde tamamıyla çözemediği tek varlık  gene kendisidir ve kendisinin ancak üçte ikisini çözmüş, diğer üçte biri hala karanlıkta çalkalanıp duruyor.

Ne ki sosyo psikoloji bu membaın en önemlilerinden biri olarak hafızayı işaret eder. Stefan Zweig’a göre, hafıza bir şeyi tesadüfen saklayan, diğerini ise tesadüfen kaybeden bir şey değil, olayları bilinçli olarak düzene sokan ya da bilgece unutan bir güçtür. Kendi hayatlarımız hakkında unuttuğumuz her şey, uzun zaman önce bir içgüdü tarafından unutulmaya mahkûm edilmiştir aslında. Bu da unutmak ve hatırlamanın karmaşıklığını gösterir bize. Çünkü bu karmaşanın en yoğun yaşandığı varlık da gene o dur, insandır. 

Ölüm ve unutulmak korkusu

Korku en temel duygusudur insanın, korkularının en büyüğü ise ölüm korkusudur. Ancak tek ölüm şekli fizikken ölmek değildir, onu hatırlayan son insanın ölmesiyle tamamen unutulmaktır. Çünkü ölümlü bir varlık olan insanın aynı zamanda sonsuz yaşama arzusu var. Bunu da iki şekilde yapmaya çalışır; bir, neslini devam ederek sonsuz yaşayacağı zehabına kapılır, yani üremeyle bunu yapmaya çalışır, iki, eser bırakarak, yani öldükten sonra hatırlanmak suretiyle yapmaya çalışır. Ne ki her insanın azmi, istenci, yeteneği, cesareti ve de iradesi buna yetmez. Evet, bu babda yaşmak hatırlanmaktır diyebiliriz. Sadece fizikken yaşamak ise hayvani bir biçimdir. Birinci söylemek istediğim budur.

İkincisi ise bilmenin hatırlama üzerine yaptığı negatif ya da pozitif etkidir. Sanırım burada en büyük etken insanın ölüm tarihini bilmemesidir. Bu yüzden sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. Zaten başka türlüsü de çekilmezdi. Hele ölüm tarihinizi bildiğinizi bir düşününün…! Sürekli ölümü düşünerek ve onun korkusuyla yaşamı sürdürmek ne büyük çile olurdu değil mi? Evet, çok zor olurdu, o yaşam insana zindan olur, zehir olurdu.

Fakat ölüm tarihini bilmemesi ölümü yoksamaz. Aynı zamanda kurnaz bir varlık olan insan bildiği bir şeyi bilmezlikten gelerek, yokmuş gibi yaşar. İşte bu da unutmanın maharetidir. Ne ki bir yerinde gizli bir bomba taşır gibi ölümü taşır. Kendine itiraf etmese de o bombanın ne zaman infilak edeceğini bilmese de bir gün mutlaka infilak edeceğini bilir. Kendinden gizlediği bu korku ince bir sızı gibi içinde dolanıp durur hep. Yaş ilerledikçe bu daha da belirgin bir hal alır.

Derinden bakın. Yaşamın bütün pratiklerini, ama bütün pratiklerini şu ya da bu şekilde belirleyen bu gizil duygudur, yani ölümün yarattığı bu görünmez korkutucu esintinin insan üzerinde yarattığı önlenemez etkidir. Farkında olsak da olmasak da bu etki yaşamı şekillendiren en baskın etkidir. Bu bizim yaşama dört elle sarılmamıza neden olur.

İşte bu nedenle eğer ölüm olmasa idi yaşama içgüdüsü de bu kadar güçlü olmazdı. Ve bu yüzden yaşamın güzelliği ölümdendir, diyorum.

Unutmanın dayanılmaz hafifliği

Üçüncü önemli husus da unutmaktır: Hatırlamak gibi unutmak da insana sunulmuş bir büyük ödül bir maharettir. Nasıl ki hatırlamasaydı uygarlık yaratamazdıysa unutmasaydı da yaşamın yükünü çekemezdi. O yüzden insan hep unutmak ister aynı zamanda.

Diyeceksiniz ki biraz önce hatırlamak ve hatırlanmak ister dediniz şimdi de unutmak ister diyorsunuz. Evet ve zaten insanın sofistike bir varlık olması buradan gelir. Hatırlamak ve unutmak bir madalyonun iki yüzü gibi onda yer alır. Biri olmazsa diğeri de olmaz. Bu iki maharet de diğerleri gibi birlikte tıkıştırılmıştır içine. Fakat bir farkları var. İnsan aynı zamanda bencil ve daima kendine yontan bir varlıktır. İyi şeyleri hatırlamak isterken kötü şeyleri de (acı ile yoğrulmuş anıları) unutmak ister. Çünkü onca acıyı çekecek kudrete sahip olmayan bir varlıktır aynı zamanda. Bir taraftan kendini çok güçlü görür, öte yandan dünyanın en zayıf varlığı gene insandır.  Ve bu yüzden daima unutmak ister.

Hafıza en çok acı verici şeyleri muhafaza etmede ustadır ama anlatırken insan en çok güldüklerini hatırlar. Sevdiğimiz her sanat eserini, hafızamızın bir yerinde saklanmış bir hatıramızı tetiklediği için severiz mesela.

Unutmak sadece ölüm korkusu için var olan bir şey değil. İnsan yaşarken çok büyük acılar çeker, sıkıntılardan geçer, asla bir daha yaşamak istemediği olaylar yaşar. İşte bu noktada, yani bu onun için dayanılması güç olan güçlükler vuku bulduğunda zamanın teskin edici ruhuna sığınır, bu ruh unutmaktan başka bir şey değildir. Teskin edici ruh bazen toptan yok sayar bazen de onarır iyileştirir yeni bir haleti ruhiyeye sahip kılar insanı. Yoksa sadece bu acılardan biri ile bile yaşamak zor iken onlarcası birikip üst üste bindiğinde insan bu yükü nasıl çekerdi? Çekemezdi. Altında yığılıp kalırdı ki bu da başka bir çeşit ölüm olurdu.  O yüzden pek farkında değiliz ama unutmak büyük bir nimet. Ama ve tabi ki unutulmak değil. Biraz sonra değineceğim gibi unutulmak ise ölümün başka bir biçimidir hattı zatında.

Hatırla(n)manın mahareti

Madalyonun öbür yüzü olan hatırlamak ise bu günü yarına taşıyan yegâne mekanizmadır. Hatırlamak olmasaydı tarih, bilim ve uygarlık olmazdı. Hatırlamak insanı diğer canlılardan (üstün demeyeceğim ama) farklı kılan en önemli özelliktir. Yoksa bilinenin aksine akıl değildir bu özellik. Eğer hatırlamak olmasaydı aktarmak da olmazdı. O zaman da insanın diğer canlılardan ve özellikle de hayvandan farkı kalmazdı.

Hatırlamanın en büyük taşıyıcı gücü dildir; insanı insan eden, insanı farklı kılan dil... Dilin hikmeti gerek sözlü gerek yazılı tarih bilinciyle oluşur ve mahareti gelecek hülyası oluşturmakta yatar. Çünkü insan hem geçmişe dair şuuru ve hem geleceğe dair umudu olan tek varlıktır. Bu iki kavramın ortasında ise hatırla(n)mak durur.

İşte bundan dolayıdır ki kişi yaşarken ve özellikle de öldükten sonra hatırlanmak ister. Çünkü geçmiş ve gelecek tahayyülü ona aynı zamanda bir ölümsüzlük istenci zerk etmiştir.

Değer yaratmanın erdemi

Peki, bu nasıl yapılabilir? Elbette değer yaratarak. Lewra insan değer yaratır, yarattığı değerlerle kültüre ve o arada yaratılarının niteliğine göre uygarlığa katkıda bulunur. O halde burada soru şudur: Kendini nasıl geleceğe taşıyabilir; diğer bir deyişle nasıl ölümsüz olabilir? Tabi ki yaşama değer katarak ve eser yaratarak. Çünkü ölümsüz insan yoktur, ölümsüz eser(ler) vardır. Ölümsüz eser bırakmanın en etkili yollarından biri yazmaktır, bu yüzden yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır.

Yazarak yaşa(t)mak

Evet, burada (eser yaratmanın en etkili yollarından biri olan) yazmak devreye girer. O yüzden diyorum yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır. Çünkü yaşam son tahlilde anlar ve anılardan ibarettir. Buna bilmek ve bilgi de dâhildir. Şu an yaşadığımız bir şey bir süre sonra bir anıya dönüşür ve yaşam hep böyle sürüp gider.

Eğer o anları (ve bilgileri) hatırlamazsanız ölüp giderler. Çünkü yaşarken, yaşanan anılar/bilgiler derin karanlık bir kuyuda birikirler. Anılar için ölüm burada unutulmaya terkedilmektir. Yukarıda unutmanın “kötü anılar“ için  “iyi yönünden” bahsetmiştim. Şimdi bu noktada “iyi anıları” unutmanın ise kötü bir şey olduğunu söylüyorum. Bu da hatırlamanın bize karmaşık lütfunu gösteriyor. Çünkü bir insanın ölümü fiziki ölümden ziyade hatırlanmamaktır. Bilge bir söz der ki, asıl ölmen fizikken öldüğün zaman değildir, seni hatırlayan son fert öldüğünde asıl o zaman ölürsün. Bu yüzden anılmanın kıymeti büyüktür.

Nasıl ki unutulmak ölümse anıları o kuyudan çıkarmak ise onları yaşatmaktır. Bu da iki biçimde olur: Onları anlatarak. Onları yazarak. Anıları anlatırsan ömürleri senin ömrün kadar olur. Sen öldüğünde ve onları anlatacak kimse kalmadığında onlar da ölüp giderler.

Esas olan ise yazmaktır, yazarak onları yaşatmak. Ne yazmalı, nasıl yazmalı? Bir kere orijinal olmalı yazdıkların ve söz konusu literatüre katkı sunmalı. O yüzden işin  bu şekli hem maharet ister hem biraz çileli tabi. O oranda da kıymetli. Bahsettiğimiz şey günümüz kapitalist ortamında parayı bastırıp adına kitap bastırmak değil tabi. Bir bilim jürisi gibi gerçek editörlerin elinden geçerek onay alan telifli eserlerdir bahse konu. Bunlar kültüre, bilime ve yaşama bir şeyler katan eserlerdir. Ötesi malumu yeniden ilan etmekten, bilgi karmaşası yaratmaktan, zihni kirletmekten öteye gidemez zaten.

Aslaolan ölmemesi gerekenleri yaşatmaktır. Demiştik ya yazmanın ölümün elinden bir şeyler kurtarmak olduğunu. Çünkü anıları (ve taahüllerini) yazdığın  takdirde sen ölsen de onlar yaşamaya devam eder, yani ömürleri senin ömründen daha uzun olur. Bu uzunluk yazdıklarının yani yarattığın eserlerin niteliğine bağlıdır, yani  zamana karşı direncine… Bir eser ne kadar anmaya ve anılmaya değerse o kadar sahibini ölümsüz kılar.

Kimse seni malın mülkünle hatırlamaz

 Eğer ki anılmaya değer bir şey yaratmamışsan önce mahalle unutur seni, sonra sokak, sonra apartman ve nihayetinde ailen. Onlar da zamanla yok olup gittiklerinde senin son kırıntıların da  silinip gider dünya yüzünden. Bir büyük kara deliğin kapanması gibi sonunda sen de milyonlarcası gibi o sonsuzluğa akıp gider yok olursun. Çünkü kimse seni yediğin kebaplar, bindiğin araba ve oturduğun evle hatırlamaz. Topluma ne kattığınla hatırlar. Bu da çizdiğin yola bağlıdır. Aksi takdirde kısa sürede o kara delikte yok olur gidersin. İmin timin belirsiz olur.

Kurtuluş kendinden büyük bir amaca bağlanmaktır bu mevzuda

Bunun olmasını istemiyorsan  o zaman yaşamında, yaşamından daha büyük ve daha değerli bir amaca bağlanman gerekir. Ancak zamana karşı böyle direnebilirsin.  Evet, ancak böyle olur. Karanlıkta ışık yakmak gibi. Bu da cesaret ister tabi. Çünkü ışığın düşmanı çoktur. İşte fark yaratan insanlık için gerekirse bedel ödemeyi göze alıp buna katlanmaktır.

Yazarın Diğer Yazıları