Prof. Dr. Ahmet Özer

AKP, Nereden Nereye?

Prof. Dr. Ahmet Özer

AKP bu güne nereden ve nasıl geldi, şimdi nereye doğru gidiyor? Bu soruya doğru cevap vermek için kuruluş yıllarına geri gitmek gerekir. Bilindiği üzere İslami hareketin Milli Nizam Partisinden beri lideri merhum Erbakan'dı. Erbakan, 28 Şubat sürecinden sonra partisi kapatılmış, kendisi de siyaseten yasaklı duruma düşmüştü. 14 Mayıs 2000 yılında, Fazilet Partitisi Erbakan'ın desteklediği Recai Kutan önderliğinde kongreye gitti. Bu kongrede, Erbakan'ın politakalarından ve onun etrafında kümelenmiş "yaşlılar takımı" denilen grubun uygulamalarından rahatsızlık duyan bir grup (A. Gül, B. Arınç, T. Erdoğan, A. Şener) "yenilikçiler" olarak örgütlenip parti içi iktidar mücadelesi başlattılar. "Yenilikçi Grup" Abdullah Gül liderliğinde, Kutan'a karşı kongreye gitti, kaybetti.

O süreçten sonra Gül, Erdoğan, Arınç ve Akşener dörtlüsü Fazilet partisinden ayrılarak 2001 yılında AKP'yi kurdu. Kongre, Erdoğan'ı eşitler arası birinci sıfatıyla genel başkan yaptı. İsrtanbul Belediye başkanı iken bir şiirden dolayı hapis yatması ve eskiye karşı yeniyi savunduklarını ileri sürerek ortaya çıktıkları için Erdoğan ve arkadaşları kendi tabanlarında sempatiyle karşılandılar.

Bu grup, Erbakan'dan ve onun tekçi yönetiminden ve dünyayı okuma biçiminden şikayet ediyorlardı. Bu yüzden kurulduktan sonra da Erbakan'ın politikalarını, yönetimini ve zihni yönelişlerini şiddetle eleştirmeye koyuldular. Onlara göre; Erbakan tek adamdı, onlar tek adamlığa karşı ortak akıl diyorlardı. Erbakan'ın partilerinde demokrasi yoktu onlar parti içi demokrasiyi savunuyordu. Erbakan partide tek adamdı, onlar lider değil, kadro hareketi diyorlardı.

Bunların hepsi ilk etapta kulağa hoş geliyordu. Aynı meşrepten kişilerdi fakat onlar bu yüzden yollarını ayırmışlardı. Geride kalanlar ihtiyarlar takımıydı, onlarsa, geride bıraktıklarının daha aksine gençti, gençliğin her daim çekici bir cazibesi vardı.

Tek değişiklik bunlar değildi tabi. Asıl değişimi politikalarda, hedef, program ve kadroda yaptılar ve her değişim ya da değişim iddiası onları biraz daha büyütüyordu.

28 Şubat bir silindir gibi geçmişti herkes gibi onların da üzerinden. 28 Şubat sonrası Erdoğan ve arkadaşları Özal'ın bıraktığı boşluğu doldurmaya aday olduklarını söylüyordu. Hem iç hem dış konjonktür de müsaitti. En önemlisi de Türkiyeyi küreselleşmeye kendilerinin entegre edeceklerinin vaadi ile içerde ve dışarda ortaya çıktıklarında, ilk seçimde, 2002 yılında seçmenin üçte birlik desteği ile; (seçim sisteminin marifeti sayesinde) üçte iki milletvekili çıkararak iktidara geldiler.

Bu minval üzere Erdoğan öncülüğündeki yenilikçiler eski yol arkadaşlarından farklı olarak çıtayı daha da yükselterek üç konuda ısrarla değiştiklerini ileri sürerek taraftarlarını büyütmeye, iktidarlarını daim etmeye koyuldular..

1) Onlara göre; Erbakan ve arkadaşları Milli Görüşçüydü, onlar Milli Görüş gömleğini çıkarıp, demokrasi gömleğini giydiklerini ileri sürüyordu.

2) Erbakan ve arkadaşları Avrupa Birliğinin Hristiyan Klübü olduğunu söylüyordu, onlar Avrupa Birliğinin Hristiyan Klubu olmadığını, gelişmiş değerler manzumesi olduğunu, hatta Türkiyeyi bu hedefe kendilerinin ulaştıracağını hararetle savunmaya başlamışlardı

3) Daha da önemlisi Erbakan ve arkadaşları "adil düzen" diyor başka birşey demiyordu, onlar ise adil düzenin safsata olduğunu, serbest piyasa ekonomisini benimsediklerini, yüksek sesle ilan ediyorlardı.

Bu söylem, içerde, sermaye kesimleri başta olmak üzere çeşitli çevrelerden kendilerine destek sağladı. Ne ki eskiyle bağlarından ve islami geçmişlerinden dolayı toplumun kahir ekseriyeti, iktidar da olsalar, hala kuşkuyla bakıyordu bu gruba. İşte bu noktada dışa açıldılar. Kamuoyunda henüz sorunlu olan iktidarlarını ve meşruiyetlerini pekiştirmek açısından önem arzeden dış dünyadan, serbst piyasacı, küreselleşmeci ve AB'ci söylemleri sayesinde destek almaya başladılar. Deken vesayet odaklarıyla ve statükoyla mücadele ettiklerini ilan ettiler. Ergenekon bu süreçte geldi. Soğuk Savaş Döneminde, darbeleri kendi marifetleri zanneden bazı subaylar, o zaman ABD ve Avrupa'nın desteğini almalarının nedenlerini anlamayan generaller, Erdoğan'a boyun eğdiler eğmek istemeyenler ise Silivri ve Hastalar gönderilince bu onun cesaret ve vesayeti gerileten lider hanesine yazılmış oldu.

Ne ki geçmiş bağacılarından ötürü hala meşrutiyet sorunu yaşıyorlardı. Onu tamamen gidermeyi, akıllı bir strateji ile daha istekli bir şekilde batıda aramaya devam ettiler. Zaten batının da işine gelmişti bu durum; AK Parti projesi batının, soğuk savaş sonrası "ılımlı İslam" taleplerine cuk oturmuştu. Hatta ileride bu konuda bazıları daha da ileri gidecek AKP'nin aslında bu konudaki küresel bir projenin Türkiye ayağı olduğunu ileri süreceklerdi.

İleri demokrasi vaadiyle AB'yi tamamen yanlarına aldılar, sonra küresel dünyayla etkileşime geçme sözü ile ABD'yi kazandılar. Sırtlarını onlara vererek içerideki ayaklarını uzatabildikleri kadar uzattılar, içeride meşrutiyetlerini iyice pekiştirdiler. Bununla sadece geniş yığınları ikna edip arkalarına almakla kalmadılar, aynı zamanda iş dünyasını, liberalleri, hatta kimi sol kesimleri bile ikna edip kendilerine müttefik yaptılar. Serbest piyasa, çoğulcu demokrasi, birlikte yönetme, büyüme, adalet, kalkınma lafları her kesime hoş gelmişti. Geniş kesimler bu seslerin geldiği yöne doğru gidiyordu.

Ta ki 2010 referandumuna kadar.. 2010 referandumu kırılmanın miladıdır. Hem güç zehirlenmesinin başlangıcı açısından hem de 15 Temmuz Ayrıca Arap Baharı da artık ılımlı İslam'dan siyasi İslam'a geçmenin cesaretçisi ve işaretçisiydi. Darbe girişiminin ilk tohumlarını serpmesi nedeniyle 2010 referandumu önemlidir. FETO ile kurulan ittifak o kadar ileri gidecekti ki iktidar paylaşımında yaşanan çatışma karşılıklı vuruşma hamleleri ile işi 15 Temmuza kadar getirecekti. İkinci işaret fişeği ise 2011 genel seçiminin zirveye çıkardığı AKP'nin uğradığı güç zehirleşmesinin onda yaratacağı köklü değişikliklerin geri dönülemez biçimde işlemeye başlamasıdır. Değiştirmeye geldiklerinin tadını alınca değiştirmek bir yana ona benzemeye başladılar. Bu tarihten sonra, o güne kadar söylenenin tam tersi bir istikamet tutturacak olan AKP, eski söylemleri unutacak, hatta kendi söylediklerine karşı çıkarak, çelişecek, yeni bir ajanda ile tek adamlığa yönelecektir.

Gelinen noktada 20 Mayıs 2017 kongresinde görüldüğü üzere artık bugün siyasal tercihlerinin en başında tek adam olan ''Erdoğan'a bağlılık'' geliyor. Parti içi demokrasi rafa kaldırılmış durumda. Nitekim, parti içinde farklı renklerden uzun süredir söz edilmiyor. Erdoğan'ın tartışmasız liderliği etrafında farklı bakan isimlerin tek renge dönüştürüldüğü bir manzara söz konusudur artık.

Bu parti için böyle iken peki ülke için ne ifade ediyor, biraz da ona bakalım. Vaat edilen özgürlükçü muhafazakar siyaset artık yok, onun yerine tekçiliği savunan, baskıcı-anti demokratik bir yükseliş var. Ekonomide 1923 hedefleri hayal olmuş durumda. Ekonomistler, piyasanın 1923'te 10 büyük ekonomiden biri olması için her yıl cari fiyatlarda 29,3 büyümesi, doların da bu sürede 3,50 seviyesinde kalması, bu durumda bile, her yıl ancak 100 milyar dolar büyüyebileceğini, bunun bile 10 ekonomiye dahil olmaya yetmeyeceğini söylüyor. Diplomasiye gelince.. Kendi söylemleriyle "değerli yalnızlık" söz konusu. Buradaki değerli sözü zevahiri kurtarmıyor. Bunun neresinin değerli olduğunu kimse anlamış değil çünkü. Bütün komşularla kavgalı bir durum söz konusu. Suriye de izlenen yanlışa politika hala devam ediyor. AB ile ayrılma ve kopma noktasına gelinmiş. Rusya ve ABD ile Ortadoğu politikası ters istikamette seyrediyor. İran ha keza öyle..

Dış dinamik böyleyken iç dinamikler de iç açıcı değil. Başta Kürt meselesi olmak üzere bütün önemli sorunlar yerli yerinde sayıyor. Buna mukabil ekonomi iyi gitmiyor. Üretime dönük bir işleyiş, turizme dönük bir rahatlama, dış ticarette ihracatı hoplatacak bir gelişme maalesef yok. Dış baskı iç baskı ile buluşursa yapısal sorunlar daha derinleşebilir ve lastik patlar, ülke krize girer, halk büyük sıkıntı çeker. OHAL yürürlükte ve kalacağı ilan ediliyor. Amerika'yı yeniden keşfe gerek yok. Refah artışı ile özgürlüklerin kısıtlandığı baskı artışı her zaman ters orantılıdır. Bu bir özlem değil, gözlemdir.. Sürekli öcüler ile toplum korkutuluyor. Oysa aslolan sorunlarını çözmüş Özgürlükçü bir demokrasi, üreten bir Türkiye, güçlü bir sosyal devlet, hukukun üstünlüğüne dayanan ve insan haklarına saygılı bir zihniyettir. Ve en önemlisi de bunların sürdürülebilir olmasıdır.

Yazarın Diğer Yazıları