Prof. Dr. Ahmet Özer

AKP kucaklayıcı değil dışlayıcı

Prof. Dr. Ahmet Özer

Türkiyenin gelecek on yıllarını biçimlendirmek için, geçmiş on yılını ve dolaysıyla AKP iktidarını doğru analiz etmek, doğru anlamak gerekiyor.  Bilindiği üzere AKP iktidarı, ilk dönemlerinde kültürel ve siyasal olarak muhafazakarlığa; siyaset anlayışı bakımından da demokratlığa vurgu yaparak taraftar kazandı ve büyüdü.Bu toplumun çeşitli kesimlerinden onay ve destek alan bir tutum ve duruştu. Ancak güçlendikçe bundan saptı, 12 Eylül 2010 Referandumu bu kopmanın bir çeşit miladi oldu, 2011 Milletvekili Genel Seçimlerinden sonrası ise uğradığı “güç zehirlenmesi” ile demokrat anlayıştan iyice koptu. Bu dönemde  siyaset yapma tarzı olarak demokratlığı devre dışı bırakıp muhafazakar kimliği öne çıkardı.Çoğulculuğu değil çuğunlukçuluğu uyguladı, uzlaşmayı değil oy çokluğunu esas alan bir siyaset gütmeye başladı. Bütün bunların sonucunda AKP yeni dönemde  kucaklayıcı değil dışlayıcı bir parti olarak karşımıza çıkmış durumda.Bu dönemdeki uygulama ve yaklaşımları demokratik yönetim tarzından ziyade otokratik tarza daha yakın uygulama ve yaklaşımları ifade ediyor.Bu ayrıştırıcı siyaset aynı zamanda ortadan adeta ikiye, hatta üçe ayrılan toplumun herbirinin kendi içindede tekleştirici bir yönelime itmektedir. Bunun sonucunda AKP geldiği noktada reformist müslümanlıktan otoriter  kapitalist anlayışa geçmiş durumda.

Kapitalist sistem veya onun türev ve benzerleri zaman içinde zenginleri bir kutupta  fakirleri de diğer kutupta topladı. Bu iktidar döneminde zenginlik belli bir zümrenin ellerinde toplanırken yoksulluk daha genel kitlelere yayıldı. Bu zaviyeden bakınca Türkiye önemli yeni bir kavşakta görünüyor; Türkiye’nin geleceğini Bilal mi, yoksa Berkin mi sorusuna verilecek yanıt belirleyecek. Eve götürülememiş ekmek mi, yoksa taşımakla sıfırlanamayacak kadar çok olan dolarlar mı belirleyecek? Üstelik yaşadığımız toplumun 44 milyonu (% 59’ü) yoksulluk sınırının altında, bunların da 13 milyonunun ise açlık sınırında bulunduğunu düşünürsek durumun vehameti daha net anlaşılacaktır. Bu derin çelişkiyle daha fazla yol gidilemez.

Farklılıkları teke indirgeme yürümüyör

Öte yandan hala iktidar ve onun öncüleri tarafından tek millet, tek bayrak, tek dil, tek ırk, tek din, tek vs gibi monist yaklaşımlar sergileniyor. Oysa demokratik çoğulcu siyasetin başarısı farklılıkları teke indirgemeden bir arada yaşamayı ve yaşatmayı sağlamaya dayalıdır. Burada toplumsal ve kültürel çeşitlilikler demokratik çoğulculuğun üreteceği tölerans ve hoşgörü zemininde siyasete bir renklilik olarak katılırlar; katılımcı demokraside kendisini bu farklılıkları temsil olanağı sağlayarak ve siyasal sürece katarak geliştirir. Bunları gerçekleştiren devlet demokratiktir ve asli görevlerine çekilmiştir. Böyle bir devlet vatandaşını tanımlayan, biçimlendiren ona tercihler dayatan devlet değil; vatandaşın tanımladığı, denetlediği ve şekillendirdiği devlettir. Bu anlayışta devletin insanı yerine, insanın devleti şekillenir. Hak ve görevler bir madalyonun iki yüzü gibidir. Biri olmadan diğeri olmaz. Böyle bir demokratik yaşamda devlet, vatandaşa sadece görev biçen bir kurum değil, asıl önemlisi onun haklarını tanıyan ve bu hakları kullanmasının olanaklarını sunan ve sağlayan bir kurumlar organizasyonudur.

Vesayet el değiştirdi

Peki geçtiğimiz on iki yılda buna uyan ve uymayan nedir diye baktığımızda ne görürüz acaba? En belirgin hususun vesayet ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de vesayet sadece ordunun elinde ya da başka bir kurumun elinde değil.  Devlet sisteminin özünde vesayetçilik var. Devleti ele geçiren kurumları kullanarak vesayetçi kesiliyor. AKP de önce vesayeti tasfiye ettiğini söyledi, ancak eli biraz güçlenince kendi vesayetini kurdu. Bunu da üç aracı kullanarak yapıyor. Şiddet kullanarak, gerçekleri çarpıtarak, mazaretler uydurarak.

Öcü muhabetti devam ediyor

AKP daha önceleri kendisine uygulanan öcü muhabettini, şimdi başkalarına uyguluyor. O da, biz sürekli tehdit altındayız, dışardan ülkeyi bölmek, iktidarı devirmek için şer güçleri iş başında diyor. İktidar çemberinde biri değiştiğinde yerine gelen sistemi değiştirmek yerine, sistemden beslenmeye başlıyor. Sistemden beslenenlerin sistemi değiştirdiği dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Aksine her türlü haksızlığı ve hukuksuzluğu kullanarak bu sistemi egemen kılmaya, sürdürmeye çalışmışlardır. Buna itiraz edenleri ise, devletin elindeki zor tekelini kullanarak bastırıyor, güya kendine göre yönetme meşruiyetini böyle sağlamaya çalışıyor. Oysa demokrasi bir rıza rejimidir. Yönetenlerin yanlışlarına itiraz edenler susturulamaz, çünkü  yapılan yanlış uygulamalara itiraz etmek demokratik bir haktır. Demokratik hükümetin yapacağı şey; bunları dinleyip  anlamak, sonra da  gereğini yapmaktır, diğer bir deyişle itiraz eden vatandaşların tekrar rızasını almaktır, onları bastırmak sindirmek ve susturmak değil.

Otokrasiye kayan tutum ve davranışlar kaygılandırıyor

            Ancak otokratik rejimler bunu demokratik yollardan sağlayamayacaklarını düşünürler. İktidar ipini biraz gevşetseler ellerinden kayıp gider diye korkarlar. Korkuları bu yanlış ve şaşı bakıştan kaynaklanır. Eğer yol verirsek arkası gelir; o halde daha başından önünü alalım, demeye başlarlar. Kendilerini  bu mücadelede güçlü ve haklı itiraz edenleri ise haksız ve güçsüz görürler. “Yılanın başını küçükken ezelim ki büyümesin” diye düşünürler. Hani birkaç kişiyi sallandıralım diğerlerine ibret olsun diyen diktatörler var ya, onlar bütün toplumu sallandıramayacaklarını bile bile birkaçını darağaçlarında sallandırmak, bunun diğerlerini korkutup sindireceklerini düşündükleri için bu yola başvururlar. Ama etki tepki diyalektik ikileminde işler egemenlerin istediği gibi yürümez.O zaman iktidar, korunma korkusu  ile polisi, jopu, gazı tomayı bir önleme, bastırma ve susturma  aracı olarak devreye sokmaya başlar. İşte bu noktada iktidarın meşruiyeti kullandığı şiddet oranında giderek zayıflar, yok olur ve halkın zülme isyan etme hakkı doğar.

Meşruiyet ile şiddet ters orantılı işler

            Muktedir içine düştüğü panikle  psikolojisi bozulur,  kendine emanet edilen devletin gücünü kendi kişisel siyasal ikbali için kullanmaya başlar. Oysa devlet gücünün varlığının esası hakları güvenceye almaktır. Kolluk güçlerinin varlık nedeni de budur. Hukukun kamu görevlisine verdiği yetki bu amaca ve işleve aykırı olamaz/ kullanılamaz. Kullanıldığı andan itibaren meşru bir yönetim olma özelliğini kaybeder.Dünya üzerinde bu gücü kullanan bütün otokratik rejimler kendilerini haklı karşısındaki itirazcıları haksız olarak kodlar ve ona göre davranırlar. Burada ikinci bir araç olarak gerçekleri çarpıtmaya çalışırlar.

            Gezi bir ruhtur bir bedene indirgenemez

Örneğin Türkiyede Gezi olayalarını ele alalım. Gezi büyük çoğunluk tarafından doğa sevgisi, özgürlük tutkusu, zülme karşı isyan talebi, anti kapitalist dayanışmacılık, renk cümbüşüne dayanan çoğulculuk ve dayanışmacılık olarak algılandı ve anlaşıldı. Peki iktidar Geziyi nasıl lanse etti?  Geziye katılanları terörist, çapulcu olarak kodladı.  Oysa sürece 80 ilden halkın her kesimi katıldı. Bir halk topyekün terörist olabilir mi? Bu tutmayınca bu kez yeni  düşmanlar türetildi.  Geziye katılan her kimlikten, her inanaçtan halkın, her ideolojiden, her fikirden gençlerin önemi yoktu; ya ne vardı, dış mihraklar, o çok sevdikleri iktidarlarını devirmek için komplo kurmuştu.

Korkutanlar değişse de korkutulanlar değişmiyor

Nasıl da unutkan olmuşlardı: Oysa onlardan önceki  iktidarlar ve darbeciler de toplumu hep öcülerle korkuttular. Köminizmle, irticayla, bölünmeyle, dış düşmanlarla toplumu korkutup kendi meşreplerince yıllar yılı yönettiler. Ne gariptirki dün irticacı diye tehdit unsuru olarak kodlananlar bugün iktidara gelip devleti ele geçirince bu kez aynı yöntemi kendileri uygulayarak kendi dışındakileri öcü ve tehdit unsuru ilan etmeye başladılar.

Neden acaba, kişi değişse bile müktedirlik sürekli aynı şeyi üretiyor?  Herhalde toplumu bölerek, ayrıştırarak, kutuplaştırarak yönetmeye çalışmak daha kolay diye düşünüyorlar. Yetmiyor hak arayan Gezide hak arayanları çapulcu, barış isteyenleri bölücü, ekmek almaya giderken öldürülen 15 yaşındaki Berkin’i terörist olarak damgalamaktan imtina etmiyorlar. Yetmiyor rüşveti ortaya çıkaranları hükümeti devirenler olarak damgalayarak örtmeye çalışıyorlar. Daha öncekiler“öcü edebiyatını” nasıl kullanıldıysa bu gün devleti ele geçiren iktidar da aynı biçimde kullanıyor.     Bir vesayetçi gidiyor yerine öbürü geliyor. Tas aynı tas hamam aynı hamam sadece tellak değişiyor.

Yazarın Diğer Yazıları