Yusuf Kazak

İsrail – Körfez Normalleşmesi

Yusuf Kazak

Belirli bir süre önce vuku bulan İsrail-Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail-Bahreyn anlaşmaları ve buna paralel bu devletler arasında gerçekleşen yüksek düzeyli temaslar, en usta matematikçilerin dahi önünde çaresiz kaldığı bin bir bilinmeyenli Orta Doğu denklemine yeni bilinmeyenler ve açmazlar eklemiştir.

Orta Doğu’da beliren bu işbirliği ikliminin perde arkasını görebilmemiz için bolca tarihi referans ve teostratejik data devreye girdirilmelidir. Bunun için 2. Dünya Savaşı sonrasındaki merhaleye bakmakta fayda vardır. Savaş sonrası oluşan yeni uluslararası manzara, iki süper güç olarak sahneye çıkan Sovyetler ve ABD’nin ekonomik, siyasal, askeri, kültürel, teostratejik ve jeostratejik alanlarda mega boyutlu bir mücadelesini zaruri kılmıştır. Tabii olarak bu mücadelenin en hayati sahaları Avrasya bölgesi ve Orta Doğu idi. ABD ve onun temsil ettiği Batı cenahı, Sovyet bloğunun bu bölgelerdeki yayılımını engellemek için bilhassa dini argümanlar kullanarak itibarsızlaştırma faaliyetleri yürütmüştür. Dinsizlik, komünistlik, marjinallik vs. gibi etmenler üzerinden Sovyetler, İslami havzada kapı dışı edilmeye çalışılırken Batı bloğu, bölgesel partnerler ve istasyonlar kurma gayretlerini maksimize etmiştir.  Planlar ve stratejiler ajandasının merkezinde siyasi ve yönetişimsel saikler olsa da, belirlenen hedeflere ulaşma noktasında en önemli unsur din faktörü olmuştur. Bu yüzden Batı kanadı da Sovyetler de hep din eksenli stratejiler hayata geçirmiştir. İdeolojik bağlamda dinsel argümanlar ile arasına mesafe koyan ve bilhassa üretimsel sahadaki etik standartları kendisine adeta bir din yapan Sovyetler, Soğuk Savaş dönemi boyunca yayılımcı perspektif gereği Orta Doğu’daki İslami yapılarla ilgilenmiş ve bu alanlarda çoğunlukla bölge dinamiklerine daha uygun bir model olan ‘Yeşil Sosyalizm’ benzeri idari modelleri teşvik edici bir mantalitede olmuştur. Bu çerçevede özellikle Sovyetler’in Mısır, Suriye ve Libya’da Baasçılık faktörünün etkisiyle de kendi ideolojik versiyonunu ihraç ettiği söylenebilir. ABD ise, bölgede amansız bir savaş yürüttüğü Sovyetler’e karşı genel olarak dinsel yapıların daha da öne çıktığı, tahkim edildiği ve Batı cenahı açısından daha kabul edilebilir bir hale getirilmiş, dönüştürülmüş bir İslam modeli üzerinde çalışmalar yürütmüştür. Bu bağlamda Sovyet taarruzuna karşılık bazı eksen ve merkezi ülkelerde dini teşekküller desteklenmiş ve bunlar Sovyetler’e karşı yürütülen yüksek yoğunluklu kara propaganda harekatında öne çıkarılmıştır. İşte bu ortamda 1948 yılında kurulan ve İslam okyanusunda küçük bir ada görünümünde olan İsrail, teo-transformasyon, yani bölgenin dinsel ve inançsal dönüşümünün gerçekleştirilmesi sürecinde sürekli desteklenmiş ve Batı cenahı tarafından bölgedeki en önemli müttefik görülmesine mukabil o dönemde vuku bulan Arap devletleri ile çatışmalar minvalinde de kritik teknolojiler ile donatılmıştır. Batılı oyun kurucu merkezler ve aygıtlar açısından İslami dünyanın İsrail’e topyekün yaklaşım açısından bölünmesi gerekli görülüyordu. Bu açıdan 70’ler sonrası dönemde diplomatik ve ideolojik olarak çok önemli politikaların devreye girdirildiğini görebiliriz. bu yönüyle 1978 yılı çok önemlidir zira bu tarihte ABD Başkanı Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı ve strateji dehası Brzezinski eliyle bir ‘Yeşil Kuşak Teorisi’ hayata geçirilmiştir. Bu teori ile birlikte Sovyetler’in islami bir hat ile kuşatılması ve ekarte edilmesi amaçlanırken, bazı siyasal yapılar ve silahlı gruplar bu kapsamda alenen desteklenmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan oluşumlar, bazı bölgelerdeki radikal ve silahlı gruplar ve giderek etkisini arttıran, Batı referanslı Ilıman İslam çalışmaları, İslam dünyasını ve Orta Doğu’yu daha operasyonel ve kaotik bir kıvama getirmiştir. O sene içerisindeki bir diğer mühim gelişme ise İsrail ile Mısır arasında imzalanan Camp David antlaşmasıdır. Bu antlaşma ile Sina yarımadasından çekilen İsrail, bunun karşılığında Arap dünyasının lideri konumunda olan Mısır’ın, mensubu olduğu Arap Birliği’nden çıkarılması ve buna mukabil İslami paktın en zirveden çökertilmesi bağlamında çok kritik diplomatik kazanımlar elde etmiştir. Bu gelişmeler sonrası bölgenin politik atmosferi tümüyle değişmiştir. Artık bazı Arap devletlerinin klasik İsrail karşıtı ve Filistin yanlısı tavırları hızla değişmeye başlamış ve İsrail ile birçok alanı kapsayan boyutlarda gizli diplomasi faaliyetlerine start verilmiştir. Nitekim sonraki süreçte, 1994 yılında  İsrail ile diplomatik ilişkiler kuran ve bazı anlaşmalar gerçekleştiren bir diğer devlet Ürdün olmuştur. 2000’ler sonrası devreye bakmak gerekirse, 11 Eylül saldırıları akabinde ortaya çıkan yeni ABD mantalitesi, güvenlikçi konsept, Orta Doğu müdahaleleri ve küreselleşen dünya vs. faktörleri bağlamında bölgede yeni bir ilişkiler düzleminin zuhur ettiği söylenebilir. Yeni atmosfer eskiye nazaran çok daha bilinmeyenli, sürprizlere gebe, ve multi-varyasyonlu olmuştur. 2001 sonrası ABD’nin, müdahaleci konseptine taraftar toplama politikası ve geliştirdiği ittifak şemsiyeleri, İsrail ile bazı Arap devletlerinin ilişkilerini daha istikşafi ve etkileşimli bir kalıba sokmuştur. Özellikle, adeta bir petrol imparatorluğu olan Suudi Arabistan’ın, para ve Sünnilik bazındaki liderlik atraksiyonları ve bölgedeki ABD politikalarına uyum çerçevesinde edindiği konum, onun İsrail ile ilişkilerine ivme kazandırmıştır. Son yıllarda Suudi Arabistan’ın Ilıman İslam’a dönüş mesajları, batılı değerler ile her zamankinden yakın teması ve Veliaht Prens’in siyasal imaj ve söylemleri, bölgedeki dini yapılar üzerinde bir Suudi hegemonyası oluşturup onu İslam dünyasının lideri ve diğer oyun kurucu devletler ile ilişkilerde başmüzakereci yapmanın gayretleri dahilinde değerlendirilmelidir. Tetkik edilmesi gereken bir diğer alan ise Körfez bölgesidir. İngiltere ile çok yakın ilişkilere sahip ve son yıllarda küresel teknolojik gelişmelerin ilk gösterim sahnesi konumuna getirilen Birleşik Arap Emirlikleri mercek altına alınmalıdır. Bu devasa petrol gelirlerine sahip olan ülke; dış yatırım unsurları, turizm, yapay zeka ve uzay çalışmaları, yabancı sermaye ve son yıllardaki daha aktif ve müdahaleci dış politika zihniyeti ile ziyadesiyle ön plana çıkmaktadır. Ülke; uzun yıllardır yürütülen, İslam’ın dönüştürülmesi, İslam'ın batılı değerlerce tehdit olarak algılanmaması, bu inanç sistematiğinin milenyum çağına adapte edilmesi ve İsrail ile ilişkilerde diğer bölge ülkelerini etkileyecek dayatıcı stratejik hamlelerin tatbik edilmesi açısından bölgesel bir laboratuvar ve üs haline gelmiştir. Bu bağlamda geçtiğimiz haftalarda vuku bulan Birleşik Arap Emirlikleri ve onun takipçisi Bahreyn’in İsrail ile normalleşme anlaşması nevzuhur bir hadise değildir zira bu durum, uzun yıllardır belirli merkezlerce altyapısı hazırlanmış bir son ve yürütülen gizli diplomatik etkileşimlerin neticesi ve açık bir ilanıdır. Trump’ın ABD Elçiliği’ni Kudüs’e taşıma kararı ve damadı Kushner’e havale ettiği Orta Doğu Barış Planı gibi gelişmeler de, bu sürecin, belirlenmiş ajandanın devamı kapsamındaki kritik safhalarıdır. Dünyada yaşanan her alandaki kabuk değişimine paralel olarak Orta Doğu’da beliren bu konjonktür, artık milliyetlerin, aidiyetlerin ve dini faktörlerin değil de; finansal kazanım, siyasal güç ve fayda maksimizasyonu gibi hususlara dayanan bir modelin bölge genelinde yaygınlaştırılmak istendiğinin bir göstergesidir. Günün sonunda bütün kutsallar ve vazgeçilemez unsurlar tepetaklak edilmek istenmektedir.

Sonuç olarak, Orta Doğu’da Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Suudi Arabistan merkezli olarak sürdürülen İsrail ile normalleşme adımlarının; yatırım, turizm, kültür, doğrudan uçuşlar, güvenlik, telekomünikasyon, teknoloji, enerji ve sağlık boyutlarıyla bir kazan – kazan formülü çerçevesinde ilerleyip tüm bölgeye, bir istikrar sağlayıcı atmosfer sunacağı bazı mihraklarca şiddetle savunulurken; bir diğer yönüyle bunun, her geçen gün başka alanlarda yeşertilmeye çalışılan ‘Gargat Ağaçları’nı daha da yaymak maksadı mı güttüğü sorusu, tarih, ezoterizm ve aktüalite bakımından zihinleri sürekli olarak meşgul etmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları