İkram Kali

Rüzgârın Oğulları

İkram Kali

Bahçesaray; kışın kavuşması yazın ayrılması zor olan ilçemizdir.

1993 yılında Van Valiliği kültür yayını olarak çıkardığım ve yazı işleri müdürlüğünü yaptığım Dünyada Van Dergisi'nin ilk sayısına saygı ve rahmetle andığım İlköğretim Müfettişi Dursun Uzel Hocamız Bahçesaray'ı anlatan "Rüzgârın oğulları" başlıklı makalesiyle katkı sağlamıştı.

Van'ın eğitim öğretiminde büyük emekleri olan; en ücra köy okullarını kimi zaman araçla, kimi zaman at sırtında veya yaya, kimi zaman da karlı dağları aşarak çok zor koşullarda teftiş eden; genç öğretmenlerle kucaklaşıp onlara yol göstererek rol model olan Dursun Uzel Hoca'mızın ilçenin zorluklarını, güzelliklerini anlattığı makalesini sizler için arşivimden çıkardım. 

47 yıl öncesi Bahçesaray yolculuğunu 27 yıl önce betimleyerek anlatılan bu makaleyi ilgiyle, heyecanla okuyacağınıza inanıyorum.  Sizleri Bahçesaray'a farklı bir yolculuğa çıkaracak bu makaleyi çığ felaketinde hayatını kaybeden şehitlerimize, arama kurtarma ekiplerine, görevlilere ve vatandaşlarımıza ithaf ediyorum.

"1973 Mayıs'ın 15'i…

Topraktan ağaçlardan renkli çiçeklerin fışkırdığı bir ilkbahar günü yolculuğum motorlu taşıtla başladı. Gevaş Kazanç köyüne vardığımda gün yarı olmuştu.

Geceyi muhtarla geçirdik.

O gece misafir kaldığımız evin komşuluğunda yaşlı bir kişi vefat etmişti. Dua sesleri, ağlaşmalar, telaşlı konuşmalar uykumuzu kaçırmıştı.

Kalktık ve saat 4'de köyden atlarla hareket ettik. Muhtar bana yol arkadaşı olarak kardeşini verdi.

Ağirof dağlarının karlı kesimine kadar atlarla gideceğiz sonra hayvanları vadiye koyup yolculuğumuza yaya devam edeceğiz.

Zernikas Vadisini bitirdiğimizde tabiat aydınlanmaya başladı, artık etrafımızı görebiliyoruz.

Vadi yemyeşil, tepeler benek benek, yüksekler bembeyaz… Renk mi ararsın? Yığın yığın, kucak kucak burada. Avucuma aldığım suda öpüşen dağ kuşlarının kanatlarında ve çiçeklerin yapraklarında bahar tutar gibi oluyoruz.

Sabahın ilk saatleri… Tabiat daha uykuda… Akan suyun sesi bir musiki tufanı gibi… Başımız dönüyor, kulaklarımız uğulduyor, arzularımız kabarıyor…

Rüzgar keskin kokularla dolu, uzaklarda Van Gölü, gönülleri mest eden bir güzellik içinde gözlerimizi kamaştırıyor.

Sanki bir ressamın çizdiği, insanı büyüleyen bir alemin içindeyiz.

Yukarılara baktıkça kışı,  aşağılara baktıkça baharı seyrediyoruz…

Tabiat o kadar iç açıcı ki yolun bitmesini hiç istemiyoruz.

Uzaklarda Ağirof'un zirvesi gözüküyor… Biz ona koştukça oda bize yaklaşıyor… Tıpkı hasretliler gibi…

Karlı bölgeye geldik,  atlardan inip yaya,  yolculuğa başladık.

Zirveye daha iki saatlik zaman var.

Soğuk insanı ısırmıyor, ayağımızın altındaki karın kalınlığı birkaç metre olmasına  rağmen  kirişe tutmuş( buzlanmış) batmıyoruz.

Kocaman kayalar arasında her taraf bembeyaz.

Adım başı yükseliyoruz,  alçalan bulutları nerdeyse ellerimizle tutacağız.

Ağirof'un tabanında sıcaklamıştık, şimdi ise üşüyoruz.

Bir çizgi şeklinde uzayan karlar üzerindeki yolda bizden önde giden yok, fakat gelenler çok.

Dağ çok dik, dinlene dinlene tırmanıyoruz. Güneş yükseldikçe karlarda bir gevşeme oldu.  Artık karlar sabahki gibi buzlaşmış halini kaybetti.

Ağirof'un ihtişamını ve aşağılarda bıraktığımız tabiatın güzelliğini bata çıka yürüyoruz.

Soluyarak çıkışımıza ayak bastıkça karlarda çıkan hışırtılar karışıyor.

Derken Zirve göründü, biz de yolumuzun bitmesini istiyoruz.

Tepemizden ara sıra dağ kuşları uçuşuyor… Gökyüzüne geçerken Ağirof insanoğluna yenik düşüyor. Yürünüyor aşlıyor.

Oldukça yüksekteyiz. 3250 irtifaya varmak üzereyiz.

Terleyen vücudumuzu hafif hafif esen bir rüzgar serinletiyor.

Zirvede 6-7 kişilik köylülerden oluşan bir ekip bizi karşıladı. "Hoşgeldiniz" dediler.

Sonsuz tepeden (Cankurtaran) hana kadar iniş hazırlığına başlandı. Onların kendi arlarındaki konuşmasını kılavuzum Niyazi duymuştu.

"Bizi buradan hana kadar keçe ile kayarak indirecekler,  aralarında onu konuşuyorlardı. Keçeyi Hamit idare edecek" dedi. İniş planlarını anlatmaya başladı.

"Bey biz öyle gün olur bu keçe ile 4-5 defa insan ve yiyecek erzak indiririz. Buradan Hana keçeyi ben idare ederim, çok ustayım, hiç korkmayın, sadece size 2-3 dakika heyecan yaşatacağım hepsi bu kadar" dedi.

Ben işin tekniğini ile kayacağımız vadinin durumunu sordum:

"Keçenin en önüne  ben oturacağım benim arkamda  4-5 insan  keçe üzerine oturarak  birbirlerinin bellerinden kucaklayacaklar., kayma  süresince birbirimizi iyice kavuracak  ve bırakmayacağız. Vadide en ufak bir kaya bile yok, anlayacağınız kardan asfalt gibi.  İstersen bizimle kayarak in, şayet korkuyorsan seni bizden bir arkadaş dağların sırtlarından yürüyerek hana götürsün.  Orda sizin için binek hayvanlar getirmişler."

Duruma baktım herkes kayma eğilimindeydi.

Korku, heyecan cesaret kayma ve cayma arasında kalmıştım.

Keçeden kızağı ilk defa görüyordum. Kayışını da kayarak görecektim.  Bu nedenle keçe ile kayarak Hana gitmeyi bende kabul ettim.

Derken keçeyi vadinin meyilli yönüne getirdiler.  Hamit en öne bindi.  Keçenin ön tarafını yukarı kaldırdı,  tutulacak yerini eliyle iyice kavradı.

Keçenin elle tutulan delik kısmının altında yağlı boya ile "Rüzgârın Oğulları" yazılıydı.

Hakikaten bu ad Hamit'e Hamit de o ada yakışmıştı.

Sağ elinde sert ağaçtan yapılı ucu sivri bir değnek vardı, kayarken keçeye yön vermeye ve durdurmaya yarıyormuş.  Kısacası keçenin freniymiş.

Hamit'in arkasına 4 kişi oturdu, hepsi elleriyle birbirlerinin bellerinden sıkıca kenetlendiler, ben beşinci şahıs olarak en sona oturdum ve onlar gibi yaptım.

Birbirimizle olan konuşmalarımız daha bitmeden tepeden kalanlardan birisi bizi iki dik sırt arasındaki vadiye itti.

Jet mi diyeyim, yıldırım mı diyeyim son süratle aşağılara kayıp gidiyoruz.

Bir ara başımı önündeki oturanın omzu hizasına getirerek ne oluyor diye aşağıya ve çevreme bakmak istedim.

Ama bakmaz olaydım…

Aşırı sürat yüzünden kulaklarım uğuldamaya, gözlerimden yaşlar akamaya başladı.

Kafamı tekrar gizledim.  Sonucu ve akıbetimizi beklemeye koyuldum.

Birkaç viraj döndük ve ayını süratle durma yerine doğru yaklaşırken aşırı hızı azaltmak için Hamit elindeki ucu sivri sopayı hafif hafif kara batırarak kaymayı sürdürdü.

Süratimiz azalmıştı, başka tedbirler alamaya gerek kalmadan evvela bir un çuvalına ondan kopup bir ikinci ve üçüncü çuvala çarpınca her birimiz bir tarafa yıkıldık.

İçimizde yaralanan yoktu.  Hepimiz de sapasağlamdık.

Onlar için bu kayma çok tabii ve basit bir olaydı.  Herkes hiçbir şey olmamış gibi yerlerinden doğruldu.

Ben ellerimi çırparak kaktım. Sevinçten zıplamaya başladım. Hamit'i başarısından ötürü öpüp kutladım.

Hamit ve bir arkadaşı KEÇE sırtlarında tekrar tepeye doğru tırmanırlarken arkalarından bağırdım:

"Hamit aşağıdan tepe çıkan keçeniz yok mu?"

Güldü başını sallayarak uzaklaştı.

Handa en temiz odaya aldılar bizi, inişimizi dürbünle takip ediyorlarmış. Bu nedenle çay, yemek her şey hazır bekliyordu.

Yemek yiyip çaylarımızı da içtikten sonra Müküs'ten gönderilen atlara binerek yola koyulduk. Kılavuzumuz "Ağır ağır giderek üç saate nahiyeye varırız " dedi.

Müküs Vadisi Van tarafından daha çukur, irtifa oldukça alçak, bu nedenle ağaçlar tabiat ve çevre daha yeşil.

Sağımızdan akan suyun kayalara çarparak çıkardığı sesler koca vadiyi bir musiki coşkusu halinde dolduruyordu.

Uzunca bir kıştan sonra topraktan ve ağaçlardan çıldırasıya, bir renk fışkırıyor tabiat gülüyor gibiydi.

İlkbaharın bu yakıcı güneşi altında teneffüs ettiğimiz havada genizleri tatlı bir bahar kokusu dolduruyordu.

Yukarıdan aşağıya nereye bakarsan bak içi sevimli, dışı sevimli.

Bu yeşillik ve kar her yerde bulunur. Fakat üçünün koyun koyuna sarmaş dolaş olduğu yer bu mevsimde Müküs vadisidir dersem, inanın.

Yeşilin belki iki yüz rengi yerlere kapanmış, tıpkı nadide bir halı gibi onlar vadiye, vadi onlara yakışıyor.

İç açıcı her şey toprağa serilmiş uçan yürüyen, yüzen,  hepsi, yerde, onlarda yeşili özlemiş.

Tek renk olarak tanıdığım yeşilin, sarının, kırmızının,  sonsuz renklerini ben bu tablo üzerinde seyrettim.

Bu vadideki teftiş çalışmalarım iki günde bitti.  Fakat Müküsü'ün sıcak insanlarına öyle yapışmıştım ki bir türlü kopamıyordum.

Burada kaldığım sürede okulları gezdim,  çalışmaları izledim ve değerlendirdim.

Bir zaman içinde okul çalışmaları dışında su kuvveti ile çalışan ağaç oyma işleri yapan işyerlerini, elde örülmüş çok süslü nadide yün çopralar ve özenerek yapılan satranç takımlarını gördüm ve onların ilginç yaşanmış ayı av hikayelerini dinledim.

Müküs'te konukseverliğin en güzel örneklerini yaşadım."

Dostlar, nende diyorum ki,

Nerede yaşarsanız yaşayın…

Bu yaz tatili için farklı plan yaparak gezi rotanızı vatanımızın güzel köşesi Bahçesaray'a çevirin.  Defalarca gidip gördüğüm, gezdiğim ve unutulmaz güzel anılarla döndüğüm Bahçesaray'ı sizde mutlaka gezin, görün; suyunu içip balını, cevizini, balığını ve üzümünü yiyin;  Müküs Çayı kenarında satranç oynayın ve güzel insanlarla keyfili sohbetler yapın.

Ve hiçbir şeyin öyle uzaktan göründüğü, anlatıldığı gibi olmadığını yerinde yaşayarak öğrenin.

Yazarın Diğer Yazıları