Ekrem Örskıran

Kelle Ciğer Olmiye!

Ekrem Örskıran

Van, yüzyıllardır etnik grupları içinde barındıran, insanların hoşgörüyle birlikte yaşadıkları hele dışarıdan gelen yabancılara son derece sahip çıkan bir şehirdir. Birçok civar illerin halkı birbiriyle geçinemezken buranın halkları Van'ın yumuşak ve insancıl atmosferinde uyumlu yaşayabilmişlerdir. Örnek vermek icap ederse Bitlislilerle Siirtliler gibi. Ama Vanlılar zaman içinde Siirtlilerle, Bitlislilerle kız alıp vererek akraba olmuşlar.

Van'da ayrıca, üç Roman grubu da yaşamaktadır. Bunlardan bir tanesi çalgıcı anlamına gelen "MITRIPLAR"  diğer bir tanımla "Beyzadeler"dir. Bunların bir kısmı Van halkı içinde asimile olmuş, ekonomik, kültürel ve sosyal olarak ciddi seviyeye gelmişlerdir. Türk ve yerli olarak kabul edilir, Kürtçe bilmez, bilhassa yaylı at arabalı faytonlarla taşımacılık yaparlardı.  Ayrıca kerpiçten yapılan Van evlerinin damında kullanılan, Van Gölü'nün etrafında bolca yetişen "Kamış" ticareti de yapmaktaydılar. Gölden ilkbaharda tatlısu ağızlarına yumurta bırakmak için gelen "Van Balığı" pazarlamasını ve bilhassa mahallelerde satışını yapmaktaydılar. Mıtırplardan çok sayıda sesi güzel müzisyen de çıkmıştır. "Defci Yasin", "Kemancı Faik Erener", "Gop Cemal", "Defçi İzzet" meşhur müzisyenleriydi.

Diyarbakırlı Celal Güzelses'in kendisinden Türküler aldığı Kemancı Faik'in Defçi Yasin'e:

- Men ayağı geçenda (Taksim geçtiğimde), sen defi dıngırdat, dediği meşhurdur.

Mıtrıp Şabo, Mıtrıp Kamo'nun maceraları hep konuşulurdu. Bunlar,  şehir merkezine yaklaşık 6 km uzaklıkta olan Van Kalesi civarında "Davutpaşa" adlı semtte otururlardı.

Van halkı pek sakatat yemezdi. Sakatatı genelde romanlar yerdi. Akşam olunca evlerine sakatat götürmek için kasaplara giderler, kasaplar da hayvanın nefes borusuna bir delik açar onlar da parmaklarını geçirirler; akciğer, karaciğer, böbrek, dalak, yürek... Kanlar damlaya damlaya götürürlerdi. O zaman tabi poşet falan da yok.

Davutpaşa'da oturan yaylı at arabası sahipleri akşam evlerine dönerken, Sıhke Caddesi'nin başında durur dolmuşçuluk yapar, şöyle seslenirlerdi:

- Davutpaşeye bir iki,

- Davutpaşeye bir iki,

- Kelle Ciğer Olmiye!

Yaylı arabasını batırmasınlar, diye.

Mıtrıplar'a bulaşmaya gelmezdi, asabi, cesur ve güvenilir dostlukları olan insanlardı. Biz Van kalesine giderken mecburen Mıtrıpların mahallesinden geçmek zorundaydık, o zaman ortaokul öğrencisiydik, ancak birkaçımız bir araya gelerek geçerdik. Adamın biri atıyla, göl kenarında bulunan kamışlığa giderek kamış kesmek istiyor. Mıtrıp Hamza ile başka bir mıtrıp adamı dövüp atını elinden alıyorlar. Adam canını zor kurtarıyor.

Ayı oynatmak da Mıtrıpların işiydi.  Mıtrıbın bir tanesi bir ayı oynatıcısına, özlemle bakar ve içini çekerek:

- Ahhh! Menim de bir zemanlar bele bir dezgâhım vardı der

Demirci dükkânımız, hayvan meydanına bakardı. Meydanda Mıtrıplarla Burikilerin grup kavgaları olurdu. Mıtrıplar değnek kullanmada çok ustaydılar. O zaman kavgalarda silah kullanılmazdı. Mıtrıp Cedo (Cevdet), çok güçlü kuvvetli bir delikanlıydı. Alkol aldığı zaman saldırgan oluyordu. Son zamanlarında da Van eşrafıyla ilgili çirkin şeyler söylemeye başlayınca büyük tepki almıştı. Nahrıcı Elo tarafından öldürerek kestiler fermanını. En uygun isim de  "Nahırcı Elo" idi. Nahırcı Elo çok hapis yatmadı, nefsi müdafadan tahliye oldu.

İkinci grup romanlar ise "GERGUT" diye adlandırılan Kürt romanlardı. Bunlar, Türkçe bilmez gariban insanlardı. Genelde amelelik, çöpçülük, ufak tefek günlük işler yaparlardı. Fizik olarak da zayıf ufak tefek insanlardı. Onlar da davul ve zurna çalar Van Kalesi civarında gecekondularda otururlardı."Davulcu Tosun ile Zurnacı Hüseyin" başlıca müzisyenleriydi.

Üçüncü grup romanlar ise" KARAÇİLER"di. Karaçi aslında, Pakistan'da bir eyaletin oldukça kalabalık yönetim merkezidir, buradan dünyaya yayılmışlardır. Anadolu'da kendilerine has Türkçeleri vardır. Göçebedirler. Van'a geldiklerinde siyah kıl çadırlarını, genelde Edremit karşısındaki boş arazilere kurarlar, geçimlerini; elek, incik-boncuk, şimşir tarak gibi şeyler satarak, fal bakarak sağlarlardı.

Van'ın renkleri olan, varlıkları bir asrı öncesine dayanan bu insanlarımızın toplumsal kalkınamaya, kültürümüze çok değerli katkıları olmuştur.

Rahmetlik annem, işkembeyi çok severdi. Bazen kadınlara para verir, ne yapar eder, salahaneden (mezbahane) işkembe getirtirdi. Onları bir yıkar bir yıkar, sonra topraktan yapılma güveçe koyarak ablamla, sabahtan fırına gönderirdi. O zamanlar sakatat et gibi değer görmediğinden ve ucuz olduğundan ödümüz kopardı, güveçte işkembe olduğunu biri fark edecek diye! Neyse, akşam tabi işkembeyi almaya gideriz, fırın hıncahınç insanlarla dolmuştur; akşam ekmeği almaya gelmişler, sıra bekliyorlardır. Fırın da akrabamız İbrahim Talay'ın fırını. Herkesin gözü pişirici Mustafa abide, fırının kapağını açacak ekmek çıkaracak diye, sabırsızlıkla bekliyorlar. Derken Mustafa abi, bizi görünce fırının kapağını açtı ve iki eliyle güvecin iki kulpunu tutarak fırından çıkarıp, yüksek sesle   " Buyurun işkembe çorbası" demez mi!

Korktuğumuz başımıza gelmiş, oradaki tüm insanlar adeta sözleşmiş gibi hepsi başlarını bize çevirerek, şaşkın bakışlarla sanki koro halinde: 'Sizde mi işkembe yiyiyorsunuz?' der gibi yüzümüze bakmışlardı.

Yazarın Diğer Yazıları