Ekrem Örskıran

Bekçi Gero

Ekrem Örskıran

Mevsim, ilkbahar sonu, Ramazan Bayramına çok az kalmış. Mehmet Sait 12-13 yaşlarında, o sene kaç gün oruç tutmuştu. Babası ona, bayramlık olarak istediği kumaştan, terzi Cafer ustaya bir takım elbise diktirmişti. O gün de oruç tutmuş ve daha bayram gelmeden bir hevesle, babasının dükkanının önünde bulunan, hasırdan örme kısa ahşap tabureye yeni elbisesini giyerek oturmuş, top atılmasını beklemişti.

 

Bekçi "Gero" asıl adı Kahraman ki yeni bekçi olmuştu. Küçük Mehmet Sait dükkanın önünden bir tafra ile kasıla, kasıla geçiyordu. Küçük Sait oruçtan zaten mest olmuş, yiyeceği iftarlıkların hayaliyle meşguldü. Bekçi Gero'yu görmedi bile. Bekçi Gero, bir hışım ile dönerek  "Ulan heşek oğlu heşek Devletin bekçisi geçiyor sen kalkmıyorsun ayağa, ben gideyim karakola şikayet edeyim seni. Küçük Sait çok korkar, karakola gitse kim bilir daha ne ilaveler yapar. Kendisinin de babasının da canı ciddi yanardı. Koşar komşusu aktar Halef amcaya. Halef amca koş! Bekçi Gero ben ayağa kalkmadım diye karakola şikayete gidiyor.

 

Aktar halef: - Gehreman Bey, bu daha uşahdır aklı kesmiyi, devletin bekçisinin ayağına kalkılmaz mı? Neyse yalvar yakar vazgeçirirler, Bekçi Geroya bir keçi bir de 5 lira para verirler. O zaman kebap'ın bir porsiyonu 50 kuruştur. Bekçi Gero döner yine bir iki tokat atar, heşek oğlu heşek gure kere, devletin bekçisi geçse sen her zaman kalkacak ayağa... O senelerde, babamın demirci çırağı rahmetli Mustafa abi, bir zabıta memuruyla tartıştığı için üç ay hapis yatmıştı. Aradan yıllar geçer, küçük Sait büyümüştür. Bir gün bakar ki, bir cenaze, sadece dört kişi taşıyor, hiç başka cemaati yok. Belki onlarda belediye görevlileridir. Hayretle sorar kim bu? - Bekçi Gero derler. Demek, ne kadar halkı, ailesini bile kendisinden nefret ettirmiş ki, son anında bile yanında olan yok.

 

Ne demişler:

"Kader imhal (mühlet verme) eder, ama ihmal etmez" Yani mehil verir süre verir fakat ihmal etmez. Mahallemize bir tilki dadanmıştı, tavukların canına okuyordu. Aslen İran Azeri Türklerinden olan İdris dayı da tilkinin peşindeydi. Nihayet tilkiyi su arkındak ısıtırmış, duman vererek, çıkmak zorunda bırakmış ve yakalamıştı. İdris dayı övünüyordu,"Tilki duymı yetti İdris-i İrani" Rahmetli babam, mahallemizin üst başında olan "Yukarı Kehrizden" kendi imkanlarıyla yeri kazdırarak su boruları döşetmiş ve evimizin önüne bir çeşme yaptırmıştı. Mahalleli su ihtiyacını oradan karşılıyordu. İdris-İrani de kovasını dolması için suyun altına koymuş, kendisi de çeşmenin yanında oturmuştu. O sıra komşumuz Ahmet Bey işden dönüyordu. Kendisi vilayette memur olarak çalışıyordu. Döndü İdris-i İrani'ye: - Benim geçtiğimi görmüyor musun? Niye ayağa kalkmıyorsun? "Sen kim oluyorsun?" İdris-i İran'i hiç yerinden kımıldamadan, istifini bozmadan: - "Be sen kim olisen" Diye, şamar vurur gibi, suratına haykırır. İranlı bir mühendis arkadaş anlatmıştı; İran'da resmi dairede çalışan bir müstahdem, o da şemsiyesini tutsun diye birini tutmuş. Türkiye, İran yok birbirimizden farkımız.

Yazarın Diğer Yazıları