Dr. Muhammet Veysel Zortul

Yasak Aşkın Savaşı Truva

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Takvim yaprakları milattan önce 1184 yılını gösteriyordu. Truvalı Paris, Sparta Kralının dillere destan karısı Helen'e âşık olmuştu. Bunun yanlış olduğunu biliyor ancak bu günah yüklü duyguyu bir türlü yüreğinden söküp atamıyordu. Sanki bin bir düğüm atılmış çözümsüz bir büyüye kurban gitmiş gibiydi.

 

Fırsat buldukça Sparta'ya gidiyor ve Helen'e yakın olmaya çalışıyordu. Paris'in ilgisini fark eden Helen, onu uyarıyor; müptela olduğu saplantıdan, düştüğü cendereden kurtarmaya çalışıyordu. Yine bir gece Paris gelmiş ve Helen onu alıp sarayın bahçesine götürmüştü. O gece, gök delinircesine yağmur yağıyordu. Altına sığındıkları ağaç, geniş gövdesi ve kocaman yapraklarıyla adeta korunaklı bir kulübe gibiydi.

 

 

Gecenin, sadece aydınlığı değil duyguları da felç eden kesif karanlığından istifade eden Paris, içinde beslediği her ne varsa bir sofraya serer gibi hepsini de Helen'in önüne sermişti. Artık hüküm de karar da Helen'e kalmıştı. Hiç olmadığı kadar çaresizdi Helen. Pelteleşen dilini güçlükle üst damağından kurtarıp fısıltıyla konuştu:

 

"Yalvarırım bir delilik etmeyelim! Git ve bitsin! Birazdan bitecek şu yağmur gibi bitsin!.. Git ki sebebim olma!.. İhanetim olma!.. Kendimi korunaksız htiğim ve duygularımın felç olduğu şu anda günahıma girme!.." Sadece sesi değil bütün bir bedeni titremeye başlamıştı.

 

"…Farz et ki hiç tanışmadık! Hiç görmedik birbirimizi! Ve sen az önce buraya da gelmedin!.. Sen gelmedin ve ben de bölmedim düşlerimi! Hem kandilim de tükenmedi! Yalvarırım çek ellerini üzerimden! Aşağı düşen ellerin olsun! Düşen sen olma, ben olmayayım!.. Bırak da her şey tertemiz, tatlı bir hatıra gibi kalsın! Sabah kalktığımızda şu an yaşadıklarımızı, tatlı bir düş zannedelim! Yanağımızda tebessümü kalsın gecenin!.."

 

 

O gece sabahlara kadar dil döktü Helen. Ancak Paris'i ikna etmek şöyle dursun kendi duyguları da başkalaşmaya başlamıştı. Aşığını cendereden kurtarmak isterken ağır ağır bu cendereye düştüğünün farkına bile varamamıştı. Artık ipler Paris'in elindeydi. Kralın yokluğundan istifade ederek onu aldı ve Truva'nın yolunu tuttular. Mavilikler içerisinde Truva gözükürken ikisi de çok mutluydu. Pek yakında bu maviliğin, kıpkızıl bir renk alacağını düşünmeden atlarını sürmeye devam ettiler.

 

Ertesi sabah şehir, Helenle Paris'in evleneceği haberiyle sarsılmıştı. Bu nasıl olabilirdi? Evli bir kadın, nasıl olur da eşini, itibar gördüğü şehrini ve vasati de olsa ahlaki değerlerini çiğneyip gelmişti? Söz sahibi hiç kimse bunu doğru bulmamıştı ancak itiraz edebilecek durumda da değillerdi.

 

Kısa süre içerisinde savaş başladı. Spartalılar müthiş bir hınçla saldırıyorlardı. Ancak Truva muhkem surlara sahipti. Her bir burcu, Paris'in ihtirasları kadar güçlü, yasak aşkı gibi geçit vermezdi. Şehrin yaslandığı deniz, Helen'in kusursuz mavi gözleri gibi ulaşılmaz, dalgalı kumral saçları gibi amansızdı. Bu yüzden günler sürse de bir netice alınamamıştı. Görünüşe bakılırsa iki tarafın da barışmaktan başka çaresi yoktu.

 

 

Spartalılar, iyi niyetlerinin göstergesi olarak bir tahta at göndermişlerdi. Truvalıların keyfine diyecek yoktu. Düşmanları yumuşamış ve dize gelmişti nihayet. O gece, zafer sarhoşluğu ile uyurken atın içinde saklanan askerlerden habersizdiler. Kapılar açılıp tedbirsiz yakalandıklarında ise çok geçti artık. Truva, şiddetli bir depreme uğramışçasına yerle bir edilirken Kral Melenaos hiçbir şey olmamış gibi karısı Helen'i geri almış, Paris de feci bir şekilde can vermişti.

 

Kaderin cilvesine bakın ki yaklaşık bin yıl sonra bu topraklarda yine bir aşkın savaşı vardı. Hem bu sefer ki yasak bir aşk da değildi. Kirlenmemiş, yüzüne kara çalınmamış berrak bir aşktı bu. Vatanına ve milletine dupduru bir aşkla bağlı olan Anadolu İnsanı,  hayâsızca saldıran düşmanını Truva'nın küllerine gömerken sadece bir zafere değil tertemiz bir aşka da not düşmüştü…

Yazarın Diğer Yazıları