Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 8

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Öğlene doğru dışarı çıkan Kerem'in niyeti Beyoğlu'na çıkmak, birkaç subay arkadaşı ile buluşup dertleşmekti. Ancak ayakları onu Alibeyköy taraflarına çekiyordu. Aslında aylardır ayakları oraya doğru çekiyor ancak o, her defasında mukavemet gösteriyordu. Bu kez öyle olmadı. Hiçbir şey düşünmedi, hiçbir hesap yapmadı. Kendini güvenli bir sandala bırakır gibi bıraktı ve ayakları da onu alıp Alibeyköy istikametine çevirdi.

Eyüp'e geldiğinde, türbeye uğramadan uzaktan bir Fatiha gönderip dua etti. Bir miktar uzun tuttuğu duasında, tek bir şeyi dilediğini ve dilinin hep bir ismi mırıldandığını hayretle fark etti. İnsanlar perişanken, aziz topraklar üzerinde işgalciler cirit atarken, ülkenin namusu payimal olurken kendisinin tüm bunları görmezden gelip tek bir şey için daha doğrusu kendi nefsi için dua etmesi, canını sıkmıştı. Yaptığı duadan nedamet duyunca ellerini yüzüne götürmek yerine iki yanına düşürdü ve bostan korkuluğu gibi bir süre hareketsizce bekledi.

Sabaha nazaran hava daha da güzelleşmişti. Eyüp sırtlarına yaslanan mezarlıktaki otlar canlanmış, Haliç'in durgun suları göz alıcı bir parlaklığa ulaşmış, tavşan adalarındaki ağaçlar çiçeklenmiş, Eyüp Camii'nin kubbesi, güneşin dik ışıklarıyla beraber ikinci bir güneş gibi sapsarı kesilmişti. Yeniden yürümeye başladı. Alibeyköy'e yaklaşırken sağ tarafında kalan sahil, bir parça hareketlenir gibi olmuştu. Çocuklar koşturuyor, diz kapağından itibaren iki bacağı da kesilmiş bir gazi, sürünerek de olsa balon satıyor, bir grup Ermeni sandal sefasına çıkmış, mandolin çalıp yüksek sesle şarkı söylüyorlardı.

Artık Alibeyköy'deydi. Derenin üstündeki köprüyü geçip Kürt Ali'nin mısır tarlasını aştıktan sonra baba yadigârı konağına varmıştı. Birkaç manda, avlu duvarının dibindeki henüz filizlenen otları yiyorlardı. Yavru mandanın başını okşadıktan sonra tokmağa dokundu. Kapıyı açan Bekirdi.

"Nasılsın Bekir kardeş?"

"Neydahesgerabe! Gapiyibeklirem. İşim yarpahnan, torpahnan!"

"Anan nasıl? Sağlığı daha iyidir ya?"

"Sayende eyidir kumandan! Anam her namazında sana dua edir. Bi de diyirçigelırse ona gedayıfdolmasiyaparam."

"Allah razı olsun!.." Kerem konağın kapısına yönelmeden toprak avluda durarak uzun uzun etrafı süzdü. Konağın bahçesi güzelce dizayn edilmiş, avlu bol bol çiçeklendirilmiş, ağaçlar itinayla budanmış, kaldırımlar tamir edilmişti. Konağın müştemilatından olan çamaşırlık, hamam ve ahır aynı boyayla boyanmış, boyanın üzerine gül, nergiz, kasımpatılar nakşedilmişti. Görünüşe göre, Bekir gece gündüz demeden çalışmış ve yıllardır kullanılmayan bu harabeyi, bir mamureye çevirmişti.

Bakışlarını bahçeden alıp çocukluğunun geçtiği üç katlı konaklarına baktı.Bu orta ölçekli güzel konak, çok zengin olan dedesinden babasına kalmıştı. Ancak bütün bir hayatını, mensup olduğu ordusuna vakfeden asker babası, o şehirden bu şehire tayin olmaktan, o cepheden bu cepheye koşmaktan konağında çok az oturabilmiş ve genç denilen bir yaşta da şehit olmuştu. Derin bir iç geçirerek kapıya yürüdü ve iki tokmaktan, yabancılara mahsus olanı bir kez vurdu.

Kapıyı Helenka açtı ve kendisini içeri buyur etti. Helenka ile birlikte parke döşeli antreden geçip üst kata çıktılar. Kendisine selamlığa kadar eşlik eden Helenka aşağı inerken Kerem yorgun ve uykusuz bedenini bir un çuvalı gibi koltuğa bıraktı. Gece hiç uyumamak, şimdi de bir saati aşkın yürüyüş, onu bir hayli yormuş, ne zamandır ağrımayan ayağını yeniden sızlatmıştı.

Uykusuzluktan yanan gözlerini iyice ovduktan sonra birkaç kez açıp kapattı ve ardından selamlığa göz gezdirdi. Çocukluğuna ait bir şeyler aradı gözleri fakat bulamadı. Babasından kalma eşyalar hep atılmış, mobilyalar baştan aşağı yenilenmişti. Oturma odasının yanındaki küçük odanın eşyaları da atılmış lakin içerisi henüz döşenmemişti. Duvara rastgele asılı Osman Hamdi Bey'in 'Sarı Kurdeleli Kız'tablosu dışında oda bomboştu. Kerem bu sefer açmamak üzere gözlerini kapadı ve konakta geçen çocukluğunun tatlı hatıralarına daldı.

Olivia selamlığa geldiğinde, Kerem'i gözleri kapalı, dalgın dalgın oturmuş buldu. Dehşeti yaşadığı o günün üzerinden aylar geçmiş ve o günden sonra hakkında çok şeyler öğrendiği Kerem'i yeniden karşısında bulmuştu. Hiçbir şey söylemeden o da geçip tam karşısında oturdu. Bir süre sonra gözlerini açan ve Olivia'yı karşısında gören Kerem, iyice harap olan ve kısmen de moraran göz kapaklarını güçlükle açık tutmaya çalışıp ona baktı.

Simasından başlamak üzere bütün bir vücudu mermer gibi kaskatı kesilen Kerem, kaşlarını çatmak, sinirlenmek, hiç değilse atılan baba yadigârı eşyaların hesabını sormak istiyor fakat onun pürüzsüz çehresinde kımıldayan tek bir çizgi, gonca dudaklarının kuytularında beliren tek bir kıpırtı, kirpiklerindeki tek bir işveli sallanış, tüm vücuduna sirayet eden katılığını gideriyor, granit gibi kaskatı yüzünü ablaklaştırıyor, etleri yanaklarından taşıyormuş gibi çehresinin şekli değişiyor, bebek cildi gibi yumuşuyordu.

Olivia, koltuğuna bir ece gibi kurulmuş, her türlü iletişime kapalıymış gibi elleri göğsünde, kendinden emin bir şekilde Kerem'e bakıyordu. Bakışlarıyla bir kraliçe gibi buyurgan, duruşuyla Ebussuud Efendi'nin torunundan farksızdı. Karşısındakine, muhatap olduğu bir insan gibi değil de gardırobundaki bir elbise, portmantodaki bir ayakkabı, pazar tezgâhındaki bir deste maydanoz nazarıyla bakıyor hatta bakmıyordu bile. Böyle bakılan kişi ise tıpkı bu sayılan şeyler gibi cansız, iradesiz, ruhsuz ve hatta hakkında her ne muamele edilecekse baştan razı, bir bende olabiliyordu. Fakat bu derekeye düşen insan, ilginç bir şekilde rahatsızlık duymuyor, hafife alındığını düşünmekten ziyade hafiflediğini hissediyor, ağaçlara tüneyen kuşların küçük bir sesle bir anda havalanıp uçması gibi üzerindeki baskının, memnuniyetsizliğin velhasıl her türlü hesapların uçup gittiğini düşünüyor ve gassala teslim olmuş bir ölü gibi her şeye amade bekleyebiliyordu.

Zaten konağı yakmaya çalıştığı gün de mandolin çalmakta olan Olivia'yı görmüş ve ne olmuşsa o an olmuştu. Elindeki bidonu bir tarafa, kibriti de başka bir tarafa atmış ve şoka giren insanların boş boş bakması gibi uzun süre Olivia'ya bakmıştı. Bir tarafta baygın bir şekilde yatan Bekir'e öbür tarafta kızgınlıktan deliren Kerem'e bakan Olivia ise metanetini koruyup, bu kızgın adamı sakinleştirebilmiş, kurtken kuzuya, aslanken kediye çevirmişti. Üstelemek, hatta diretmek yerine evin durumu ile ilgili bilgisi olmadığını, arzu ediyorsa seyahatte olan anne, babasına bir telgraf çekerek durumu bildirebileceğini söylemiş, Keremse itiraz etmek şöyle dursun, kendisini en adi bir suçluymuş gibi hmiş ve hiçbir şey söylemeden konaktan ayrılmıştı. Daha sonra rast geldiği Bekir'e de konaktan ayrılmamasını tembih etmiş, evin yeni sakinlerine sahip çıkmasını, ihtiyaçlarını bildirmesini istemişti. Ayrıca Bekir'in annesinin ilaç masraflarını da üstlenmişti.

Helenka gelip kahveleri masanın üzerine bırakıp usulca çekildi. Olivia kalktı ve masanın üzerindeki fincanı Kerem'e uzattı. Eğilirken bir saat rakkası gibi intizamla sallanan zülüfleri, Kerem'in yüzüne temas etmişti. Fincanı uzattığı halde doğrulmamış, zülüflerini çekip almamış, öylece durmuştu.  Gözlerini kaçırmadan ona baktı Kerem. Kirpikleri sık ve uzun, kapatınca yanaklarına kadar ulaşıyor, yanakları lal renginde, sanki bütün bir çehresi yanıyordu. Bakışları ve dudaklarının kıvrımlarının manaları, çehresine iki yüze sahipmiş gibi bir ifade katıyordu. Hele masmavi gözleri o kadar dikkat çekici o kadar özeldi ki, çehresinden hatta tüm bedeninden bağımsız iki organ gibi değişik gözükmüştü gözüne. Hızla giden bir trenin camından bütün bir manzara görüldüğü halde insanın gözüne daha çok telgraf direklerinin çarpması gibi bir şeydi Olivia'nın gözleri.

Kerem hipnoz olmuşçasına ona bakarken Olivia da ona bakıyordu ancak Olivia'nın bakışları Kereminkiler gibi şaşkınca değildi. Daha mağrur daha soğuklardı. Göz bebeklerinde hiçbir şeyi hiçbir kimseyi hatta kendini bile önemsemeyen bir bakış, bir mana, bir rahatlık vardı. Öyle bir rahatlık ki sanki her sorununu çözmüş, her meselesini halletmiş, her söze bir cevabı, her eleştiriye bir karşılığı vardı. Dünyaya ait gaileler insanlara az ya da çok taksim edilirken sanki kendisi es geçilmiş veya meçhul bir nedenle kayırılmış, belki de unutulmuştu. Doğruldu Olivia ve ağır ağır geçip yerine oturdu.

"Nasılsınız Kerem Bey?" Kerem, cevap sadedinde sadece başını salladı.

"Anne, babam Selanik'teler ve uzun bir süre gelemeyecekler. Arzu ederseniz hemen konağı boşaltabilirim." Kerem yine cevap vermedi. Olivia başından geçenleri uzun uzun hikâye ederken Kerem hiçbir ilave yapmadan hatta mimikleriyle dahi karşılık vermeden pür dikkat onu dinliyordu. Yıllarca dirsek çürüttüğü idadilerde, en ağır derslerin görüldüğü Harbiyelerde bile bu kadar dikkatli bir dinleyici olmamıştı. Olivia da mahir bir edebiyatçı gibi edebiyat parçalıyor, tanınmış bir içtimaiyatçı gibi tahliller yapıyor, Toptaşı'nın tecrübeli psikologları gibi muhatabının ruhuna dokunuyordu. Ağzından dökülen kelimeler güneş kadar berrak, gökyüzü kadar geniş, bir mezar gibi derindiler. Dinleyenler o derin mezara düşmüş gibi kuşatılıyor, cümleler tahta tahta üzerlerine istifleniyor, tahliller kürek kürek toprağa dönüşüyordu. Böylece bir ölü gibi aciz bıraktığı muhatabına fikrini empoze etmesi, onu herhangi bir şeye inandırması, bir fincan kahve içmek, bir bluz değiştirmek veyahut da pazardan elma armut almak gibi kolaylaşıyordu.

Kerem kalktı, hiçbir şey söylemeden selamlıktan çıkıp merdivenlerden aşağı indi. Olivia da arkasından yürüdü. Kerem ayakkabılarını giydikten sonra kapıdan çıktı ve bir iki adım attıktan sonra dönüp ona baktı. Bu konağa ikinci gelişiydi. İkisinde de asabi bir şekilde gelmiş, ancak bu kız ne yapmışsa yapmış onun bütün sinirlerini tereyağından kıl çeker gibi almıştı. Alabildiğine hafiflemişti Kerem. Sanki o bir değirmen, kendisi de bir buğday tanesiydi ve Olivia onu almış, evirip çevirmiş, bir güzel öğütmüş, un ufak etmiş ve böylece bütün ağırlıklarından kurtarmıştı.  Babasının ölümünün sarsmadığı, en amansız savaşların yıkmadığı ve o güne kadar yıkılmayı bir tek yapılara ait bir olgu zanneden Kerem, insanların da yıkılabileceğini, un ufak olabileceğini hatta bir hiç olabileceğini Olivia'yı tanıdıktan sonra anlamıştı.

"Kerem Bey; aylar sonra bugün geldiniz ama hiçbir şey söylemeden gidiyorsunuz." Cevap alamayınca gülümseyerek devam etti Olivia.

"İlk gelişinizde beni yakmaya gelmiştiniz, hadi onu anladım. Ya bugün?"Kerem güldü. Aylardır ilk kez böyle içten gülüyordu. Olivia'yı, yine cevapsız bırakarak konaktan ayrıldı. İyice uzaklaşmıştı ki avazı çıktığı kadar bağırdı:

"Seni, konağı, bu şehri ve aslında her şeyi yakayım derken,  kendimi yakmışım Olivia, kendimi!.."

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları