Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 7

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Rana ile Kevser Hanım, akşam yemeği için ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Kilerdeki yiyecekler azalmış, çarşı pazardan zerzevat bulmak zorlaşmıştı. Trablusgarp ve Balkan Savaşlarından başlamak üzere ciddi bir göçle karşılaşan başkent, Cihan Savaşının ardından bir milyona dayanmış, kaynaklarını harcamış, tükenmiş, iflas etmişti. Türk, Ermeni ve Rum muhacirler dışında Bolşevik İhtilali'nden dolayı kaçan 200 bin civarındaki Rus sığınmacı da bin bir umutla bu tükenmiş şehrin yolunu tutmuşlardı.

 

İnsanların çoğu aç ve sefildi; medreselerde, yıkık harabelerde yatıyor, zır zır ağlayan çocuklarıyla sokaklarda dileniyor, imarethanelerde bir tas çorba içerek hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Sokaklardaki sefil göçmenler yetmezmiş gibi, sık sık çıkan yangınlarla sefalet daha da artmış, evsiz barksızların sayısı yüzbinlere dayanmıştı.

"Rana kızz!!.. Geçen yaz kuruttuğumuz biberler duruyor mu?"

"Ne duradzak abla! Bre hepisinipisirip yedik ya!"

"Çıkıp bir şeyler alalım o zaman. Hadi yeldirmeni giy de gidelim."

 

Rana gelip çarşıya çıkmak için izin isteyeceği sırada Ferhunde Hanım, her daim loş ışıklı yatak odasında, kadife kaplı berjer koltuğuna oturmuş, Haliç'e, Galata'ya hatta daha uzaklara dalıp gitmişti. Çiçek desenli örtüsünün altından gözüken sarı saçları, son birkaç aydır daha ziyade kırlaşmış, alnındaki çizgiler mantar gibi çoğalmış, göz kenarındaki kıvrımlar derinleşmiş, göz torbaları belirginleşmişti. O her şartta dik duran, sıkıntılarını değil çevresine kendi ruhuna dahi htirmeyen kadın, belki yine öyle olmaya çalışıyordu fakat yüzünün resmettiği perişanlık, o dirayeti çoktan kaybettiğini tıpkı Osman Hamdi Bey'in tabloları gibi ayan beyan ortaya çıkarıyor, bir sergi gibi aşikâr ediyordu. Ancak onu memleketin durumundan ziyade, kızı Feride'nin perişan hali yıkmıştı. Kerem evlilik meselesini, bir paranın tedavülden kalkması gibi rafa kaldırmış, Feride ise üzüntüsünden odasına kapanmış ve bir daha da çıkmamıştı.

 

İzni alan Rana ve Kevser, Cibali yokuşundan bir tavşan çabukluğunda inip Eminönü'ne doğru yürürlerken bu şehre ilk kez ayak basıyorlarmış gibi şaşkındılar. Yıllardır içinde yaşadıkları şehir, bir yılda acayip bir şekilde değişmiş, başkalaşmıştı. Bir zamanlar kışıyla yazıyla her dem mis gibi kokan şehir, şimdi insanın midesini kaldıracak kadar içki kokuyor, açılan her bir pencereden azınlıkların ve işgal güçlerinin şuh sesleri yükseliyor, kesif sigara dumanları, havayı karıştırıp kül rengine dönüştüren bir sis tabakası gibi etrafa yayılıyordu. Bu hengâmenin ortasında kalan Müslüman konaklarıysa mazlumlaşmış, garipleşmişti. Sessiz bir gözyaşı gibi saçaklarından damlayan sularla heybetli ahşapları aşınmış, parlak kiremitleri matlaşmış, renk değiştirmişti. İçlerinde yaşayanlar perdelerini sımsıkı kapatmış ve kabuklarına çekilmiş olacaklardı ki görünürde kimsecikler yoktu. Kevser Hanım, bu mazlum konakların önünden geçerken çarşıya değil de bir mezarlığa gelmiş gibi hmiş, canı sıkılmıştı. Göz ucuyla baktığı Rana ise her daim mutlu her daim şen şakraktı.

 

"Kevzer abla, Gersihanimzigimetmistitembih ama ne istiyorum biliyor musun?"

 "Ne isteyecen haspa! Sen istesen istesen koca istersin!"

"Ayo olmaz olsun abla! Ne yapadzambre ben kozayi? İstiyorum ki soyleBeyoglu'na gidip Zadde-i Kebir'de biraz yurumek. Sonra hem bir zinama izleriz hem de sikolataaliriz. Ne zamandirzanim seker."

"Şu yarım akıllının istediği şeylere de bak! Allah canını almasın e mi kız?.."

"Emen kizma abla! Aslinda niye istiyombiledzen mi? Zinema bileti alanlara, artistlerin resmini veriyolarmis. Asadzagim onları odama."

 "Vay edepsiz soyha! Elin gavur erkeklerini duvarına asacan, ha? Sonra melekler konağa girmesin, evin beti bereketi kaçsın!.."

 

Geç kalacaklarını ve hanımından azar işiteceğini hesaba katan Rana, isteğinde diretmedi. Konuşa konuşa Eminönü'ne kadar gelmişlerdi. Valide Sultan Camii'nin ara sokağından girip, Gülhane'ye doğru ilerlediler. Sokaktaki seyyar satıcılardan sebze ve meyve almak için durdular. Her şey ateş pahası olduğundan her bir şeyi, adam başı sayarak aldılar. Kevser, bir Rum'la çamaşır sepeti için sıkı pazarlık yaparken yanlarına 'Hoppala! Hoppala!' diye bağıranzebellah gibi bir adam yanaştı. Rana, kara kurbağasını andıran patlak gözlü bu adama ürkek ürkek bakarken hoppala'nın ne olabileceğini düşündü.

 

Kirpi gibi saçları dik dik ve bir evin balkonu gibi çıkık alınlı bu adam, iki hamam böceğini andıran kalın kaşlarını kaldırıp Rana'yı süzünce, Rana korkudan başını çevirip Kevser Ablasının çarşafına yapıştı. Korkudan donmuş, vücudu kaskatı kesilmiş, gözlerinin feri kaçmış, kirpikleri elmacık kemiklerine kadar inmiş, taze yanakları bakır rengine dönmüş, saçları diplerine kadar terlemişti. Ağzını çarpıtan adam, küt burnuyla bir boğa gibi Rana'yı koklayarak ve bir yırtıcı kuş gagası gibi ağzını uzatarak bir iki kez daha 'Hoppala' dedikten sonra bir yılan gibi süzülerek uzaklaştı. Adam gitmiş ancak betimlenemeyen ve hiçbir şeye benzemeyeniğrenç kokusu, vıcık vıcık bir buse gibi Rana'nın çehresinde asılı kalmıştı.

 

Adamın hoppala diye bağırdığı ve Rana'nın anlam veremediği şey, tombala denen oyundu aslında. Halk, Rus mültecilerden öğrendiği bu oyuna nikotin gibi alışmış, içki gibi bağlanmış, esrar gibi müptela olmuştu. Kendisine bulaşanları anında esir eden bu oyun, Müslüman mahallelerinde yasaklanmasına rağmen başta Beyoğlu olmak üzere birçok yerde gizli gizli oynatılmaya devam ediyordu. Her geçen gün yoksullaşan işsiz güçsüz insanlar, ekonomik sıkıntıları aşabilmek ümidi ile her türlü kumar illetine, son çareleriymişçesine sımsıkı sarılmışlardı.

 

Kumarın yanı sıra fuhuş da oldukça artmıştı. Abanos, Ziba, Galata mıntıkaları ile Üsküdar bölgesi, fuhşun işlendiği en bilindik yerlerdi. İş öyle bir noktaya varmıştı ki fuhuş aleni ve de pervasız bir şekilde, sokak ortalarında dahi icra edilir olmuştu. Örneğin Kadıköy sakinleri, çocuklarının ve kızlarının gözü önünde aleni bir şekilde fuhuş işlendiğini, bu yüzden fuhuş evlerinin kapatılmasını veya hiç olmazsa başka bir yere taşınmasını istemişlerdi. Fakat emniyet, evlerin kapanması ile birlikte kadınların farklı farklı mahallelere dağılacağını ve bunun da genel ahlakı daha çok bozacağını hesaba katarak halkın haklı isteğine karşı çıkmıştı. Sadece mahallenin rahatı için şikâyete konu olan evlerde, içki ve çalgının yasaklanmasına karar verilmişti.

 

Fuhuşla birlikte frengi ve benzeri hastalıklar da ciddi oranda artmıştı. Daha Cihan Savaşı yıllarında, Osmanlı Ordusunun bir bölümü Romanya ve Galiçya gibi yerlerde frengiye yakalanmış ve bu hasta askerler, tedavi edilmeden memleketlerine gönderilmişlerdi. Böylece Anadolu'nun her bir köyüne her bir şehrine bu hastalık girmiş, girdiği yerler uzun yıllar bu korkunç hastalığın pençesinden kurtulamamıştı. Şimdi ise bizzat Osmanlı'nın kalbi İstanbul, yaralı bir ahu gibi onlarca iflah etmez hastalığın pençesine düşmüştü.

 

Gelinen nokta itibariyle özellikle hasta kadınların durumu çok vahim bir hal almıştı. Şişli'deki Emrazı Zühreviye Hastanesi'ne başvuran kadın sayısı her geçen gün artıyordu. Korkunç tablo karşısında İtilaf güçlerinin düşündüğü tek çare, askerlerine prezervatif dağıtmak olmuştu. İşgal güçlerinin arsız askerleri gündüz barlarda, geceleri ise umumhanelerde Rum, Ermeni ve onlara eklenen Rus kızları ile sefih bir hayat sürüyorlardı. İş, bu kadarla da bitmiyordu. İçki ve fuhuş ile kudurmuş bu çekirge misali kalabalık güruh, her daim hazza ulaşmak için hep daha fazlasını istiyor, bu isteği fark eden kurnaz bir güruh ise özellikle Rus dilberler vasıtasıyla kokain, beyaz toz gibi maddeleri piyasaya sürüyor ve bu korkunç maddeler bir veba gibi her yere yayılıyordu.

 

Osmanlı Hükümeti ise bu hastalıkların bitmesi ve zararlı alışkanlıkların kökünün kazılması için ciddi bir şekilde mücadele etmek lazım geldiğini biliyordu ancak o günler hükümetin değil frengi veya esrar ile mücadele etmek, hiçbir şeyle mücadele edecek gücü yoktu. Asayiş tamamen bitmiş, güvenlik zaafı ayyuka çıkmıştı. Kadınlar ve kızlar güpegündüz kaçırılıyor, Sarıyer'deki, Çamlıca taraflarındaki dağlara çıkarılıyor, tecavüz ediliyor, tüm bunların rapor edildiği hükümet ise çaresiz kalıyordu.   

 

Gülhane'den inip Eminönü'ne dönmüşlerdi ki meydanın kalabalıklaştığını fark ettiler. Mavi-beyaz elbiseler giydirilmiş, ellerinde Yunan bayrakları olan kalabalık bir çocuk grubu, neşeyle yanlarından geçip gittiler. Mısır Çarşısı'nın çıkışında şımarık tavırlı, elleri koyu gri paltolarının ceplerinde, alabildiğine mağrur birkaç Senegalli asker yüksek sesle konuşuyor, kahkahalara boğulmuş İngiliz subayları, arabalarına aldıkları hayat kadınları ile Galata Köprüsü'ne doğru şen şakrak gidiyorlardı.

 

Rana merakla etrafına bakarken Kevser Ablası hiç olmadığı kadar endişeliydi. Gördüğü her bir itilaf askeri ona bir insandan ziyade başka bir dünyadan fırlamış mahlûklar gibi görünüyordu. Ve sanki bu mahlûklar her yerdeydiler; bir şelale gibi hızlıca her tarafa akıyor, bir çekirge sürüsü gibi yolları, caddeleri, parkları, saçak altlarını, rastladıkları insanların yüzlerini hatta ruhlarını ele geçiriyorlardı.  Mermer gibi kaskatı, abus çehreli bu adamların bakışları onu rahatsız ediyor, gözleri çelikten bir burguymuş gibi yüreğini deliyordu. Başını eğmiş, kendilerine ilişmeden çekip gitmeleri için kıpır kıpır dudaklarıyla dua ediyordu. O dakikada, 'Mondros denen o uğursuz vesika imza edilmeseydi daha ne kadar kötü olabilirdik?'diye sesli sesli söylenmeden edemedi Kevser Hanım.

 

Geç kaldıklarından adeta koşarak eve geldiler. Yarım yamalak doldurdukları fileleriyle avludan içeri adım attıklarında, derin bir nefes almıştı Ferhunde Hanım. O gün Rana için bir dikişte içilen bir bardak su gibi çabucak tükenen zaman, Ferhunde Hanım'a bir asır gibi gelmişti…

 

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları