Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 6

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Osmanbey'den Şişli istikametine doğru yürümekteydi Rauf Bey. İncecikten bir kar yağıyor, hafif yokuşlu yol, bir karış kadar karla örtülmüştü. Yağan bembeyaz kar, insana huzur vererek, neşelendirerek, bir delikanlı gibi kanını tutuşturarak yağmıyordu. Sanki düşman çizmeleri tarafından ezilmiş, küçük düşürülmüş, hakarete uğramış, tertemiz namusuna leke sürülmüş bu esir şehre yağmak istemiyor, yağarsa kirlenecek, başkalaşacak, kendisi olmaktan çıkacakmış gibi kırgın kırgın yağıyordu. Bu kırgınlık, düşen her bir kar tanesiyle beraber daha da artıyor, düştüğü yolu, uğradığı parkı, tutunduğu kaysı dallarını, yapıştığı saçakları, dokunduğu cumbaları, konduğu umutsuz çehreleri daha da mutsuzlaştırıyor, kaçırıyor, kabuğuna hapsediyordu. Ne evlerin camlarında bir ışık, ne sokakta kızaklarıyla kayan neşeli çocuklar vardı. Üşümeye başlamıştı.

Az ilerisinde, mangalının közlerini karıştıran bir Rum kestane pişiriyor, yarı çıplak bir düşkün para dileniyordu. İki kese kâğıtlık kestane alıp birini dilenciye verdikten sonra paltosunun yakalarını yukarı doğru çekti, atkısıyla yüzünü iyice kapattı. Daha birkaç ay öncesine kadar koskoca Bahriye Nazırı iken şimdi özellikle paltosuna bürünüyor, atkıyla yüzünü kapatabildiği kadar kapatıyor, tanınmamaya çalışarak yürüyordu. İşgal altındaki bu şehirde, nazır bile olsa herkes tehlike altında ve her an için tutuklanma ihtimali ile karşı karşıya idi.

   Mustafa Kemal'in kaldığı eve gelince etrafı göz ucuyla kolaçan edip tokmağa dokundu. Kapıyı Makbule Hanım açtı ve mütebessim olması için zorladığı bir çehre ile Rauf Beyi içeri aldı. Rauf Bey, merdivenlerden ikişer ikişer çıkıp Zübeyde Hanımın odasına girdi ve zarif ellerinden öptü.

Avurtları çökmüştü Zübeyde Hanımın. Dalından yere düşen elmaların darbe alıp ezilmesi gibi yanakları bir parça ezik gözüküyordu fakatçehresinde, bütün bir hayatı çilelerle ancak dolu dolu yaşamış insanların dingin hali, Rabbine yakınlığın verdiği tevekkül vardı. Çocuklarının ve eşinin peş peşe ölümlerinin ruhunda oluşturduğu acı, kırış kırış olmuş göz kenarlarından okunsa da okuduğu ve her satırından keyif aldığı ömür kitabını, gönül rahatlığıyla kapatmışçasına huzur içerisindeydi.

Pek cami bulunmayan Şişli'de ezan sesini duymasa da vaktin girdiğini düşünerek misafirinden müsaade istedi Zübeyde Hanım. Mustafa Kemal ve Rauf Bey kalkıp salona geçtiler. Rauf Bey nezleli bir ses tonuyla

"Paşam! Paşam! Birçok arkadaşımızı tutuklayıpBekirağa Bölüğüne hapsetmişler! Ne yapacağız?" diye endişeyle sordu.

"Kimler var içlerinde?"

"Bizim Fethi var! İsmail Canbulat var! Var da var!.."

"Burada yapılacak bir şey kalmadı Rauf. Ne yapıp edip Anadolu'ya geçmeliyiz."

"Anadolu'ya ha!.." Rauf Bey, içine yuvarlanıp nefessiz kaldığı bir tünelde tatlı bir esinti, parlak bir ışık görmüş gibi gülümsedi, derince nefesler alıp arkasına yaslandı. Makbule Hanımın getirip ayak ucuna koyduğu patikleri giyerken, bir kuyumcu hassasiyetiyle Mustafa Kemal'in fikrini tartıyordu. Her ikisi de susmuştu. Az önce Mustafa Kemal'in ağzından çıkan 'Anadolu'ya geçmeliyiz' lafı namludan fırlayan bir kurşun gibiydi ve öyle ki bir daha yerine dönmesi imkânsıza yakın bir şeydi. Ceketinin cebinde, kendisi gibi dağılmış duran mendili ile burnunu sildi, nezlenin yaşarttığı gözlerini ovuşturdu ve yeniden düşündü.

Nedense bir dakika önce duyduğu rahatlığı, htiği tatlı esintiyi, gördüğü parlak ışığı içinde bulamadı. Gözlerini ovuştururken sanki gözleri kararmış ve böylece siyah bir camdan bakıyor gibi her şey kapkaranlık gözükmüştü gözüne. İçinde bulunduğu oda, pencereye vuran kar, akşam, yarınlar, istikbal hepsi ama hepsi kapkaraydı. Sanki bindiği at tökezleyip düşmüş, el verilmezse veya arkadan itilmezse imkânı yok, kalkıp yol alamayacaktı. Canı sıkılmış, enli omuzlarının arasında başı küçülmüş, adeta kaybolmuştu.

"Yemekler hazır ağabey!"

"Tamamdır Makbuş! Hadi Rauf, bir şeyler yiyelim."Yemek yerlerken Rauf Bey telaşlı bir ses tonuyla mırıldandı.

"İyi de kimlerle geçeceğiz Anadolu'ya?"

"Burada işsiz güçsüz bir sürü subay var ama kiminle görüşsem hepsi miskinlik içinde. Bilmem ki cesaretleri mi kırılmış yoksa ümitleri mi yok… Anlaşılan şimdilik hiç birinden hayır yok. Ama biz bir yolunu bulup Anadolu'ya geçecek, necip milletimize yaklaşmakta olan felaketi haber vereceğiz."

"Kolay olmayacak."

"Elbette olmayacak Rauf. İkna edebildiklerimizi resmi yollarla olmadı din adamı kılığında hatta çarşaf giydirerek dışarı çıkarmaya çalışacağız."

Rauf Bey, bir bardak su alıp arkasına yaslandı. Sırtında iyice aşınmış bir penyuvarla Makbule Hanım kapı aralığında duruyor ve sofrayı gözetliyordu. Konuşulan konuları o da dinliyor, hayatta tek dayanağı ağabeyi için endişe ediyordu. Evet, bu orta boylu, hafif tombulca, hiç olmadığı kadar açık sözlü, kendisine karışılmasından kesinlikle hoşlanmayan hanım, endişeliydi. Ara sıra yan gözle sofraya bakıp bir şey lazım olup olmadığını anlamaya çalışıyor ve sonra geçmişe dalıyordu.

"Rauf Bey'e bir tabak daha yemek koy Makbuş!" Makbule Hanım tabağa yemek koyarken sığındığı geçmişten hala dönememişti. Ağabeyinin sert bir mizaca sahip olduğunu hatırlamıştı mesela. Ancak kendisi itaatkârdı. 'Mendil işleme, sokağa çıkma, pencereden bakma, komşu kızı ile görüşme'der ve kendisi de her defasında itaat ederdi. Ancak Naciye öyle değildi. Ne olursa olsun itaat etmezdi. Naciye karşı geldikçe Mustafa ile kavga eder ve sonunda her ikisi de horozlar gibi kapışırlardı.

"Rauf çekinme, istediğin bir şey varsa söyle!"

"Sağolun Paşam, ziyadesiyle yedim."

Yer sofrasından kalkıp yeniden salona geçtiler. Mustafa Kemal gazetelere göz atarken Rauf Bey de hayranlıkla ona bakıyordu. Karşısında metin bir çehre, her müşkülü rahatlıkla halledebilecek kararlı bakışlar, daima şen şakrak, her şartta sinirlerine hâkim bir asker vardı. Zor coğrafyalarda görev alsa da yorulmak nedir bilmemiş, mutlak surette dinç, koşmak arzusunda olan iyi cins atların coşkusuna benzer bir aksiyona sahipti. Durmak yok, uyku yok, yemek yok hatta aşk yoktu. Varsa yoksa vatan, mücadele, dövüşmek, yarınlar, istikbal… Rauf Bey onun çehresinden yansıyan ışıkla büyük bir çıkış yolu bulmuş gibi sevinçle atıldı:

"Paşam! İngilizlerle Fransızların ve yine İtalyanlarla Yunanlıların birbirlerini kıskanması işimizi kolaylaştırabilir. Bir de sağa sola sakladığımız silahları Anadolu'ya geçirdik mi…"

"Geçiririz de Rauf fakat…"

"Geçireceğiz Paşam! Ama gizlice amaaşikar…"Az önceki Rauf Bey gitmiş, yerine coştukça coşan bir Rauf Bey gelmişti. Mayası sağlam bir hamur gibi kabardıkça kabarıyor, büyüdükçe büyüyor, kabına sığmayıp taşıyordu. Öyle bir konuşmaya başlamıştı ki o an karşısında en amansız muhalifleri bile olsa susup kalacaklar ve Rauf Bey bir topla oynar gibi onları istediği gibi alacak,arzu ettiği yere yuvarlayacaktı.

"Bak Rauf! Bugün bizler için tek bir menfaat vardır, o da ülkenin menfaatidir. Mesele ülke menfaatleri ise gerisi teferruattır zaten…" 

Rauf Bey saatine baktıktan sonra müsaade istedi ve muhabbetle arkadaşının elini sıkarak evden ayrıldı. Kar hala yağıyordu. Bu kez atkısına sarılmadan, paltosunun yakalarını yüzüne doğru çekmeden, her bir kar tanesine sevinçle bakarak, her birinin ıslaklığını yüzünde hissederekOsmanbey'e doğru yürüdü, karanlıkta kayboldu…

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları