Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 4

Dr. Muhammet Veysel Zortul

İstanbul'un en hareketli yeri Haydarpaşa Garı'ydı. Ordular lağvedilmiş, kara trenler, kapkara dumanlarıyla payitahta asker taşıyorlardı. Payitaht, işsiz-güçsüz, canı sıkkın, sinirli subaylarla dolmuştu. Dört yıllık mücadeleden sonra gelinen nokta, hiç birinin içine sinmemişti. Birçok yerde yerin dibine batırdıkları düşmanlarının, şimdi ellerini kollarını sallayarak topraklarına ayak basacak olması, hepsini kahrediyordu. Evet, düşman bir düğüne gelir gibi gelecek ve belki de her bir Osmanlı askeri onlara selam duracaktı hatta en aşağı rütbelerde olanlara bile. Mirliva Mustafa Kemal Paşa da gelenler arasındaydı. Yol boyunca hiç uyumamış, İstanbul'da yapabileceklerini düşünmüştü.

Çanakkale'de yıldızı parlayan bu gözde general, en son Yıldırım Orduları Komutanlığı'na getirilmişti. Adana'ya gelip orduyu devralır almaz ayağının tozuyla ilk yapmaya çalıştığı şey, halkı örgütlemek, elverdiği ölçüde silahlandırmak olmuştu. Çünkü Mondros Mütarekesi'nin maddelerini özellikle de yedinci maddesini çok tehlikeli bulmuş ve işgallerin başlayacağını öngörmüştü. Bu öngörü ile vakit kaybetmeden Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'yı uyarmış, tedbir alınmazsa İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmenin imkânsız olacağını söylemişti. İzzet Paşa ise İngilizlerin askerlerini beslemek için İskenderun Limanı'na çıkmak istediklerini ve buna insani açıdan bakıp izin verilmesini istemişti. Fakat Mustafa Kemal, İzzet Paşa ile aynı fikirde değildi. Askerlerine verdiği gizli emirde, İskenderun'a her ne bahane ve her ne sebep ile olursa olsun çıkacak İngilizlere ateş açılmasını emretmişti.

İzzet Paşa, bunu öğrenir öğrenmez telgrafla Mustafa Kemal Paşa'ya ulaşmış ve bu karşı koyuşun işgallere zemin hazırlayacağını, düşmanın ekmeğine yağ süreceğini ifade etmişti. Mustafa Kemal hemen cevap vermiş ve İngilizlerin teklif ve hareketlerine müsamaha gösterecek bir yaradılışta olmadığını, dolayısıyla yerine bu emri uygulayacak yaradılışta birinin gönderilmesini istemişti. Herhalde o gün için İngilizlere müsamaha gösterecek şerefli tek bir Türk subayı dahi yoktu. Hükümet de bunu bildiği için çare olarak Yıldırım Orduları Komutanlığını lağvedecek ve Mustafa Kemal Paşa'yı da İstanbul'a çağıracaktı.

İstanbul'a doğru yola çıkan Mustafa Kemal, kurulma aşamasında olan Tevfik Paşa hükümetinin güvenoyu almasını engellemek, İzzet Paşa'yı yeniden sadrazam olmaya ikna etmek ve kurulacak hükümette Harbiye Nazırı olmak arzusundaydı. Tren, nasıl bir duraktan başka bir durağa uğruyorsa, onun düşünceleri de şehir şehir, kasaba kasaba dolaşıyordu; bir garda düşmanların dayatacağı bütün maddelere karşı çıkıyor, başka bir garda Padişahı da yanına alıp Anadolu'ya çekiliyor ve daha başka bir peronda mücadeleyi halkla birlikte veriyor, barış görüşmelerini Anadolu'nun içlerinden yürütüyordu.

Trenden inip gençlik yıllarının geçtiği şehre baktığında şehri tanıyamadı. Sanki Cihan Savaşı'nın bir cephesi de İstanbul'muş gibi şehir bitkin, bitap, hiç güneş görmemiş gibi karanlık, bütün hayati melekeleri boğulmuşçasına cansızdı. Her tarafta işsiz güçsüz gençler, yorganını sırtlanmış göçebeler, evsiz biçareler, çıplak dilenciler, umutsuz insan kalabalıkları vardı. Belki evler, apartmanlar, kurumlar yerli yerindeydi ancak insanlar pes perişandı. Her bir beden baştan ayağa sefildi ve bu sefilliği örtmeye çalışan paçavradan farksız elbiseler, çaresizliğin en belirgin resmiydi.

Sadece bedenler değil ruhlar da derbederdi. Kimse kimse ile konuşmuyor, yolda rastladığına selam vermiyor, hatta bir vebalıymış gibi kaçıyor ve en nihayetinde kendi âlemine, iç dünyasına çekiliyordu. Fakat simaların resmettiği manzaraya, çukurlaşmış fersiz gözlere, pörsümüş dudaklara bakılacak olursa sığınılacak bir iç dünyalarının olup olmadığı da şüpheliydi. Bu yönüyle sanki etraftaki evler, bahçeler ve apartmanlar bir mezarlığın kısımları, insanlar ise bu mezarlıkta dolaşan ölülerdi. Ruhlarının derince çukurlarda çürüdüğü ve sadece cesetlerinin dolaştığı garip ölüler…

   İnsanlar birbirlerine bakmadan çekip gitseler de bir an için göz göze geldikleri Mustafa Kemal'den bakışlarını alamıyorlardı. Kaşlarına kadar inen ve alnını görünmez kılan fesi ve pırıl pırıl mirliva elbiseleri içerisinde dimdik duran bu adamın etrafında hemencecik bir hale oluşmuştu. Gerçekten de bakanlarda bir daha bakmak hissi uyandıracak kadar yakışıklı bir adamdı Kemal Paşa. Kalemle çizilmiş gibi düzgün kaşlar, deniz gibi aydınlık ışıl ışıl gözler, ucu hafif kalkık ve her iki yana aynı oranda yaslanmış burun, bakımlı, doğal ve ifrata kaçmayan bıyıklar, gamzesiz, pürüzsüz hafif çıkık ve bu yönüyle parçası olduğu çehreyi devamlı surette güçlü gösteren çene, elmacık kemiklerini göstermeyecek kadar dolgun yanaklar, muntazam kulaklar, nizami favoriler ve sanki hiç savaş görmemiş, hiç çöllerde kalmamış, babasızlık nedir bilmemiş, parasızlık çekmemiş gibi çizgilerin esir almadığı pürüssüz bir yüz…

Yanına yaklaşanlarla bir süre sohbet ettikten sonra yeniden etrafına baktı. Gençliğinin şehrini, bu şekilde yılgın görmek canını sıkmıştı. Bir an önce karşıya geçmek istedi ancak ne mümkündü… O gün İtilaf donanmaları da gelip şehre girmiş, boğazda iğne ucu kadar yer kalmamış, boğaz her bir cihetiyle ana baba gününe dönmüştü. Yaveri Cevat Abbas, gemilerin bayraklarına bakarak 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan savaş gemisi olmak üzere toplamda 55 parça gemi saymıştı. Neredeyse tüm İstanbul sahile dökülmüş, bir parça merakla fakat daha ziyade endişeli gözlerle bu manzarayı izliyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa ise gemilerden ziyade insan yığınlarıyla ilgiliydi. Zaten askerlik hayatı boyunca öncelikle emrindeki askerlerin gücüne, potansiyeline, inancına ve kabiliyetine bakmış,  bunların tamam olduğuna kani olduktan sonra araç gereçle ilgilenmişti. Ona göre, bir başarıda veya bir savaşın kazanılmasında en öncelikli amil, beden veya o bedenin deruhte ettiği alet-edevat değil, bizatihi ruhtu. Zaten kendisi de her daim capcanlı bir ruha sahipti. Bu ruhla şartlar ne olursa olsun bedbin olmaz, ümitsizliğe kapılmaz, ne kadar sıkıntı yaşarsa yaşasın kendisini bırakmaz, yeis duygusunun ruhunu esir almasına fırsat vermezdi. 

O aynı zamanda her daim düşünen, yeni yeni fikirler geliştiren ve mevsimi geldi mi bu fikirleri hayata geçiren bir adamdı. Birçokları gibi düşünmeyi erteleyen, vakti geldiği halde kimi mülahazalarla fikirlerini nadasa bırakan adamlardan değildi. O, en imkânsız anlarda bile bir fikir bulur ve bu fikri karşısındakine de aşılardı. Çanakkale'nin en çetin safhalarında, kurşunu bittiği için kaçan askerlerine süngüleri olduğunu, dahası bir cana sahip olduklarını, düşmanı oyalama açısından ölümün dahi bir seçenek olduğunu anlatmış ve onları ikna etmişti. Onun her şartta ortaya attığı yeni yeni fikirler ve bu fikirlerin aksiyona dönüşmesiyle Gelibolu, İtilaf güçleri için tam bir cehenneme dönmüştü.

Mustafa Kemal etrafına bakarken bir çocuk ilişmişti gözüne. Birkaç adım ötesinde, babasının elini tutan uzun saçlı, çatlamış yüzlü, pörsümüş dudaklı ve her haliyle gıdasız kalmış bu çocuk, küçük küçük taşlar alıp, boğazdaki gemilere nişan alıyor ve sanki o mesafeye ulaşacaklarmış gibi ciddiyetle fırlatıyordu. Bir aralık kendisi gibi mavi gözlü bu çocukla bakışları kesişince gülümsedi. Çocuk da gülümsedi ve birkaç taş daha bulup yeniden fırlattı. Yaverine dönen Mustafa Kemal, mütevekkil bir sesle mırıldandı:

"Merak etme Abbas; geldikleri gibi giderler."

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları