Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 3

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Gemi, Mondros Limanı'nın bulunduğu körfezden çıkıp yönünü Çanakkale Boğazı'na dönünceye kadar adeta nefessiz kalmıştı Rauf Bey(Orbay). Sanki oranın havası bile harammış gibi ne yutkunabilmiş ne de şöyle içinden geldiği gibi bir of çekebilmişti. Sabah olmak üzereydi. Bir kuş sürüsü, günün ilk ışıkları ile beraber henüz mavisini tam olarak bulamamış gökyüzünün derinliklerinden çıkmış gibi Bozcaada'nın ıssız, o an için kül rengine bürünen korularına doğru kanat çırpıyorlardı. Gök pırıl pırıldı. Gece boyunca Limni semalarını dolduran bulutlar dağılmış, havada bir kâğıt parçası kadar olsun bulut kalmamıştı.

Rauf Bey, geceden beri güvertede ayakta duruyordu, uykusuzdu. Bir erin önüne bıraktığı koruk şerbetine hiç dokunmamış, dalgın gözleriyle tek bir noktaya doğru boş boş bakıyordu. Yaklaşık bir saattir yanında duran ve konuşmak isteyen Reşat Hikmet ile Sadullah Beyleri fark edince bakışlarını o tek noktadan alıp arkadaşlarının endişeli yüzlerinde sabitledi. Geceden beri iyice büzülüp tek çizgi olmuş ağzını güçlükle kımıldatarak

"Allah belasını versin!" dedi ve denize doğru tükürdü.

"Keşke bu günleri görmeseydim, Hamidiye Kahramanı olarak ölseydim. Şimdi bu ayıpla nasıl ayakta durur, nasıl yaşarım? Ah ellerim kırılsaydı da imza etmeseydim. Sonunda ölüm yoktu ya!.."

Yeniden dün akşamı, Agamemnon Zırhlısında yaşananları hatırladı. Evet, güzel karşılanmış, ihtimamla ağırlanmış ancak daha üç saat geçmeden yirmi beş maddelik bir anlaşma metnini uzatmıştı İngiliz Amirali Calthrophe. Maddelere bakan Rauf Bey, kaba bir laf etmemek, galiz bir küfür savurmamak için dişini sıkmış, dilini ısırmıştı. Maddeler tek kelimeyle korkunçtu. Sadece kendi askerlik ve siyasi hayatını değil Osmanlıyı da bitiren bir vesikaydı bu. Hem Padişahtan hem de hükümetten 'olur' alınca çaresizce imza etmişti. Yanında bulunan Reşat Hikmet Bey çekine çekine

"Acaba başka bir hal çaresi yok muydu?" diye sordu. Rauf Bey, feryadı andıran bir ses tonuyla ve Afrika taşları gibi parlak gözleriyle Hikmet Bey'den ziyade derince bir boşluğa bakar gibi bağırdı.

"Yoktu! Allah belasını versin, yoktu!..Evet bu vesika, hepimizin anasını-avradını ağladı, hürriyetimizi zedeledi. Bir gün öncesine kadar her şeyiyle resmi ve her bir karış toprağıyla hür vatanımız, bugün itibariyle 'Vesikalı sömürge' durumuna düştü fakat söyler misin Hikmet Bey, ne yapabilirdik?  Müttefikimiz Bulgaristan teslim oldu, Almanya ha oldu ha olacak. Dört bir tarafa dağılmış ordularımız her bir taraftan ayaklanan azınlıkların, devlet kurma heveslilerinin ve dahi itilafların tehdidi altındaydı. Ne yapabilirdik…" Sadullah Bey'in yetiştirdiği sudan üç yudum aldı, hazmedemeyince öksürdü, içtikleri burnundan geldi.

"Ama… Ama ellerim kırılaydı da imza etmeyeydim. Hiç değilse ben etmeyeydim. Şimdi ölünceye kadar bu iğrenç, bu adi vesika ile anılacağım…" Ağlıyordu Rauf Bey. Haklıydı da. Zira bu vesika, boynunda gezdirdiği muska gibi, ceketinin yakasına iliştirdiği küçük bir çiçek gibi, pantolonundaki kemer gibi, parmağındaki yüzük gibi, cüzdanındaki birkaç parlak mecidiye gibi bir ömür boyu onu takip edecekti. Ne yaparsa yapsın hatta ölsün, yine de ondan kurtuluşu olmayacaktı.

Sadullah Bey, kavis dahi çizmeden, doğrudan güverteye düşen gözyaşlarına bakıyordu Rauf Bey'in. Aynı yaşlara mütarekeyi imza ederken de şahit olmuştu. Mondros, sadece Rauf Bey'in ıslak imzası ile değil aynı zamanda gözyaşlarıyla da imza edilmişti. Aslında Rauf Bey, düşmanlarının yanında vakur durabilmek için dişlerini sıkmış, ağlamamak için kendini zorlamış fakat yine de 25 maddelik ölüm fermanının üzerine bir iki damla yaş düşmesine mani olamamıştı. Bu 25 madde ile 600 yıllık çınar ayakta ölürken, bu ölüme ilk şahit olan Rauf Bey de vatanının kefenlenen ancak henüz kaldırılmayan cenazesine ağlıyordu.  Sadullah Bey de ağlıyordu. Bir çocuk gibi paltosunun koluyla gözlerini silerken, titrek bir sesle

"Bari yarın basının karşısına çıktığımızda bu halimizi belli etmeyelim…" diye mırıldanıyordu. Susmuştu Rauf Bey.  Artık sadece Osmanlı değil, Rauf Bey de bir cenazeden farksızdı. Sorulan sorulara cevap vermiyor, yüzündeki tek bir adale olsun oynamıyor sadece Namık Kemal'in Vaveyla'sını sayıklıyordu.

Bu güzellikte hiç bu çağında/Yakışır mıydı boynuna o kefen?/Git vatan Kâbe'de siyaha bürün…

Kız Kulesi'ni, Topkapı'yı, Dolmabahçe Sarayı'nı görünceye dek Vaveyla'yı mırıldanan Rauf Bey, payitahtın merkezine sokuldukça sığınılacak bir Kâbe'nin de kalmadığını acı acı hatırladı. Yavaşça yerinden kımıldarken büyük bir dalga çıkıp gemiyi batırmasını, olmadı karaya ayak basar basmaz hiç kimseye gözükmeden bir lağım çukuruna yuvarlanmayı veyahut da bir yalının üstü açık unutulmuş bostan kuyusuna düşüp helak olmayı çok ama çok istemişti…

Rauf Bey, ayağının tozuyla basının karşısına çıkarken yumuşatmaya çalıştığı ve sonraki hayatında bir daha eski haliyle hiçbir zaman bulamayacağı simasıyla şu demeci verecekti:

"Müzakereler sırasında İngilizler çok açık kalpli ve samimi hareket ettiler. Bu mütareke vesikası ile devletimizin istiklali, saltanatımızın hukuku tamamıyla kurtarılmıştır. İstanbul'a tek bir düşman askeri çıkmayacak, Adana işgal edilmeyecektir…"

Rauf Bey, gazetecilerden hiç kimseyi tatmin etmeyen dahası kendisinin de inanmadığı bu demeci verirken, itilaf donanmaları İstanbul'a girebilmek için yola çıkmışlardı bile…

***

Sabahleyin Rana, Kerem'in odasına gelip kahvaltısını ve gazetelerini sehpaya bıraktıktan sonra çekildi. Günlerdir iştahsız olan Kerem, kahvaltıdan önce gazetelere bakmak istedi. Gazeteler tamamen Mondros'la ilgili haberlerle doluydu. Vakit Gazetesi'nin bir köşesinde Mondros'un şu maddelerine yer verilmişti:

Madde 7. Müttefikler emniyetlerini tehdit edecek vaziyet zuhurunda, herhangi sevkulceyş noktasını işgal hakkını haiz olacaklardır.

Madde 24 - Vilayat-ı sittede karışıklık zuhurunda, mezkûr vilayetlerin herhangi bir kısmının işgal hakkını itilaf devletleri muhafaza ederler.

Bir hışımla doğrulup üstün körü üzerini giyinen Kerem, doğruca Feride'nin odasına gitti. Öyle kızgın, öyle kendini kaybetmişti ki kapıyı çalmayı dahi unutmuştu. İçeride çeyiz sandığını düzenlemekle meşgul bulunan Feride, neye uğradığını şaşırmıştı. Elindeki gazeteleri, çeyiz sandığının içine fırlatan Kerem'in sadece sesi değil bütün bir vücudu titriyordu.

"Şu yazılanlara bak Feride! Şerefli hiçbir Osmanlı Askeri böyle bir zilleti kaldıramaz! Şerefsizlerin ayak basacağı bir memlekette şerefle oturulamaz, alnı açık yürünülemez, bu şartlar altında evlenilemez, yuva kurulamaz, mesut olunamaz!.." Terden saçları, pürüzsüz alnı, kızgın çehresi sırılsıklamdı. Elinin tersiyle alnını öyle bir çeviklikle sildi ki Feride onun, alnına yazılan yazıyı dahi sildiğini zannetti. Kerem kırbaç yemişçesine kapıyı vurup çıkarken Feride elleri böğründe, titreyen dudaklarıyla bir çeyizine bir de halasının geçenlerde hediye ettiği sedef kakmalı, ceviz oymalı beşiğine baktı…

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları