Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 14

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Konaktan ayrılan Kerem vakit kaybetmeden Bekir'i buldu ve ailesiyle birlikte Alibeyköy'deki konağa yerleştirdi. 6 aylık ücretini de peşin verdi. Arkadaşlarını yarı yolda bıraktığı için vicdanı kendisini hırpalayıp yerden yere vursa da Olivia'dan ayrılmadığı için mutluydu.

Kerem'in mutlu olmasının başka sebepleri de vardı. O günler milletin arzuladığı, özlemle beklediği çok güzel şeyler de oluyordu. İstanbul ile Anadolu, 'Amasya Görüşmeleri' ile nihayet anlaşmış, aralarında protokoller yapmış, epeyce bir kalınlaşan buzları eritmişlerdi. İki taraf arasında cereyan eden bu bahar havasıyla seçimler yapılmış ve vakit kaybedilmeden meclisin açılması için hazırlıklara başlanmıştı.

Derken Meclis-i Mebusan açılmış ve çalışmalarına başlamıştı. Padişah Vahdettin, Anadolu'dan gelen mebusları kabul ederken, Temsil Heyeti'nin saltanat tacının pırlantası olduğunu söylüyor, Mustafa Kemal Paşa'ya övgüler yağdırıyor, kendisiyle konuşmaya hasret kaldığını ifade ediyordu. Bu kabulde, mebuslardan Mazhar Müfit'in söz alıp Anadolu'ya geçmesi durumunda vatanın kurtulacağını söylemesi üzerine bu teklife karşı çıkıyor, ecdadın payitahtından firar anlamına gelecek her türlü fikre kapalı olduğunu söylüyordu.

Bütün engellemelere rağmen Meclis-i Mebusan'ın toplanması, itilaf kuvvetlerini iyiden iyiye çıldırtmıştı. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararların ruhuna uygun olarak hazırlanan Misak-ı Milli'nin kabul edilmesi, İtilaf devletlerini daha da çıldırtmış, bardağı taşıran son damla olmuştu. İtilaf güçleri, Kuva-i Milliyecilerin aslında ihtilalci olduklarını, tek hedeflerinin padişahı ortadan kaldırmak olduğunu yayarak padişah ve çevresini etkilemeye başladılar. Yetmezmiş gibi bir maşa gibi kullandıkları Yunan Ordusunu da harekete geçirerek hükümeti zor durumda bıraktılar. İstanbul'da her şey Arapsaçına dönmüştü.

Kış bitmiş, bahar yeniden gelmişti. Havalar ısındıkça Kerem'in kanı daha bir kaynıyor, Anadolu'ya geçmek, arkadaşları ile beraber milli mücadeleye katılmak için can atıyordu. Ancak ne zaman Haydarpaşa'ya gitse kapıdan içeri giremiyor, birkaç adım ileri doğru atarken devamını getiremiyordu. Yine bir sabah iyice niyetlenip evden çıkmış ancak akşamleyin geri gelmişti. Konağa girdiğinde akşam yemeği yeniyordu. Sofra da Tarık da vardı. Tarık, Feride'nin teyzesinin oğluydu ve yıllardır da Paris'teydi. Birkaç günlüğüne İstanbul'a gelmiş ve bu akşam da teyzesi Ferhunde Hanım'a misafir olmuştu.

Daha önce birkaç kez karşılaştığı ve 'geveze' diye nitelendirdiği Tarık'ı, hiç sevmezdi Kerem. Onun batı hayranlığına, her fırsatta garp insanını yücelten söylemlerine, bağrından çıktığı ülkesine ve insanlarına tepeden bakmasına hiç tahammül edemezdi. Ne zaman denk gelip konuşsalar ya onu bir güzel paylar ya da ifrit görmüş gibi hiç muhatap olmadan odasına çekilirdi. Bu akşam da onu görünce aç olmasına rağmen odasına gitmeyi tercih etmişti.

Odasında bir süre dinlendikten sonra birkaç gündür okumayıp biriktirdiği gazetelere göz gezdirdi Kerem. Neredeyse tüm gazeteler ağız birliği etmişçesine aynı haberi yapmışlardı. Yazılanlara bakılacak olursa güya İstanbul'da, Ermenilerin ve Rumların zarar göreceklerine hatta katledileceklerine dair duyumlar alan itilaf güçleri çok endişeli imişler.

Kerem, bu dedikoduların itilaf güçlerince servis edildiğini anlamakta gecikmedi. Evet, Londra'da toplanıp İstanbul'u resmen işgal etmeyi kararlaştıran itilaf güçleri, böyle akıllara ziyan bir dedikoduyu yaymak suretiyle icra edecekleri hukuksuzluklarına kılıf uydurmuş olacaklardı. O halde İstanbul işgal edilmeden Anadolu'ya geçmeliydi. Gece olmasına aldırmayıp hemen giyindi ve soluğu Alibeyköy'deki konakta aldı.

Gök fasılasız gürlüyor, şimşekler havai fişek gibi ardı ardına çakıyor, yağmur aralıksız yağıyordu. Sırılsıklam olmuştu Kerem. Kapıyı endişeyle açan Olivia sırılsıklam Kerem'i karşısında görünce bekliyormuş gibi hiç şaşırmadı ve içeri girmesini istedi. Kerem içeri girmek istemiyor fakat Olivia'ya karşı koyacak gücü de kendinde bulamıyordu. Sanki Olivia'nın güzel kirpikleri, yüzlerce ok gibi bedenine saplanmış ve onu Fizan gibi uzak bir diyarın kalebentlerine, bir zamanlar Rodos'un etrafında dolaşan acımasız şövalyelerin kürek mahkûmlarına dönüştürmüştü. Bu ruh haliyle gözleri küçülmüş, heybetli boynu kısalmış ve sanki incecik bir ip olmuştu. Bir ip ki; Olivia istediği anda bu ipi eline alacak, istediği kadar bükecek, arzu ederse düğüm düğüm hatta kördüğüm yapacak, sıkılınca da her iki ucundan tutup koparacaktı. Olivia iyice sokuldu ve sırılsıklam aşığının kaçırmaya çalıştığı elini sımsıkı tuttu. Kerem, o güne kadar hiç tatmadığı bir duygunun aniden içine yerleştiğini ve bu nasıl bir duyguysa çağlayanlar gibi bütün bir vücudunu istila ettiğini hti.

Olivia, bir çocuk gibi onu içeri çekti, bir eşya gibi sürükleyerek üst kata çıkardı. Şöminenin karşısına bir minder attıktan sonra teklifsiz bir şekilde paltosunu çıkarıp, yağmurun iyice işlediği ceketini soydu ve bir battaniyeyle iyice sardıktan sonra aşağı inip bir tepsi ile geri geldi. Tepsideki gümüş kavanozdan birkaç kaşık kahveyi cezveye atıp, hararetini henüz kaybetmeyen şöminenin közleri üzerine cezveyi yerleştirdi. Ardından bir minder de kendisi aldı ve geçip Kerem'in tam karşısına oturdu. Dizleri dizlerine değiyordu. Közlerden gelen cızırtılar eşliğinde

"Hayrola Kerem?" diye sordu. Kerem cevap vermek yerine şöminenin ateşiyle kızıl bir renk alan Olivia'nın kusursuz çehresine, âşık olduğu güzel gözlerine baktı.Sanki Olivia'dan önce hayatı hep bir duvarın ardında veya hiçbir girişi veya çıkışı olmayan bir mahzende yaşamıştı ve şimdi Olivia onun dünyasına açılan geniş bir kapı, ferah bir pencere, gönlüne kadar giren aydınlık bir güneş, tatlı bir ışık, muştu dolu bir umut olmuştu. Artık Kerem için hayatın bir anlamı, bir kıymeti vardı. O gözünü budaktan sakınmayan, cephedeyken kazılan siperlere dahi girmeyen, havadan yağmur gibi yağan kurşunları bile avuçlayacakmışçasına meydana atılan o rahat adam, şimdi hayata kıymet veriyor, kıymet verdikçe de Anadolu'ya gitmek istemiyor, ölmek istemiyordu. Şimdiye kadar çok değil hepi topu üç beş kelime konuştuğu kız, onu hayata bağlarken benliğinden, cesaretinden, ideallerinden, Feride'sinden kısacası her şeyinden koparıp almıştı. Derince bir of çekti Kerem. Olivia, öne doğru büzdüğü gonca dudaklarıyla sordu.

"Kötü bir şey mi oldu yoksa?"

Kerem hala suskundu. Olivia iyice sokuldu ve bu kez her iki elini de tuttu.Kerem ellerini, bedenini gassala teslim eden meyyit gibi Olivia'nın avuçlarına bırakmıştı. Sanki Olivia'dan önce ölüyken şimdi uyanmış, kupkuru bir ağaçken şimdi yeşermiş, küçük bir çocukken şimdi büyümüş, koskoca bir hiçken ve her şeyiyle eksikken şimdi tam, tastamam olmuştu.Bu yaşına kadar uçabildiği kadar uçan, gitmediği diyar, görmediği ülke kalmayan bir kuşken ve en sonunda kanatları kırılmış, hızla yere düşerken ve yine hayat onun için kötürüm olmak, sakat kalmak hatta ölüm demekken, aşağıda kendisini bekleyen Olivia'nın kollarına düşmüş, verimli bir toprağın bağrına düşer gibi yeniden canlanmış, yeniden hayat bulmuştu. Gerçekten de yeniden canlanmıştı Kerem. Zemberekleri bozulmuş bir saat gibi durmuşken ve vaktin her anı, her dakikası kendisi için aynıyken Olivia gelmiş, bir muvakkit hassasiyetiyle onu eline almış, sabırla tamir etmiş, hayat duvarına asmıştı.

Kerem bu kez kendi zembereklerinin değil ama zamanın zembereklerinin durmasını hatta bozulmasını istiyordu. İstiyordu ki Olivia'nın yanında olduğu o dakikada, vaktin tik takları dursun, akrep donsun, yelkovan kırılsın ve kendisi sonsuza dek onunla kalabilsin. Her ne kadar bu istediği kıyametse de umursamıyor, onunla ölmek, onunla dirilmek, onunla hesap vermek ve kendisi için takdir edilen bir cennet varsa o cennete onunla girmek istiyordu. Cezve taşmaya başınca Olivia hemen ellerini çekip cezveye uzandı. Köze damlayan birkaç damla kahvenin rayihası, tüm odayı doldurmuştu. Fincanları doldurup Kereminkini uzattı.

Kahvelerini sessizce içtiler. Onun iyi olduğunu görmek yetmişti Kerem'e. Anadolu'ya geçeceğini söyleyerek kalktı. Paltosunu alırken Olivia elinden aldı ve kendisi giydirdi. Sonra iyice sokulup düğmelerini ilikledi. Saçları Kerem'in çenesine değiyordu. Kerem, saçlarını koklamak istedi ancak cesaret edemedi. Olivia yavaş yavaş başını kaldırdı. Gözleri kesişmiş, ılık nefesleri birbirine karışmıştı.

"Gerçekten de gidecek misin?"

"Evet Olivia."Başını Kerem'in göğsüne yaslayıp sımsıkı sarıldı Olivia. Ağlıyordu hem de sarsıla sarsıla. İstanbul'un resmi işgaliyle birlikte Anadolu'ya geçemeyeceğini düşünen Kerem, asıl şimdi gidemeyeceğini asıl şimdi kaçamayacağını anlamıştı. Ya hemen ardına bakmadan gitmeli ya da kendisi de sımsıkı sarılıp onunla kalmalı, onunla yaşamalı, onunla ihtiyarlamalı, onunla ölmeliydi. Karar vermesi çok sürmedi. Olivia'yı omuzlarından tutup güçlükle sinesinden ayırdı ve hızla merdivenlerden inip dışarı çıktı. Avlu kapısından çıkıp bir süre yürüdükten sonra döndü ve son kez konağa baktı. El sallıyordu Olivia…

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları