Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 10

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Anadolu karışmaya başlayınca, bazı subayların Anadolu'ya geçip düzeni sağlamasına sıcak bakmıştı İngilizler. Böylece seçkin bazı kumandanların yanı sıra Mustafa Kemal Paşa da 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a çıkacaktı. Görevi, İngilizlerin şikâyetçi oldukları asayişi sağlamak ise de kendisine oldukça geniş yetkiler verilmişti. Bu yetkiler sadece 9. Ordu bölgesi ile sınırlı olmayıp, bütün bir Anadolu'yu kapsıyor, bu kapsam dâhilindeki tüm mülki ve idari personele emir verme yetkisine sahip oluyordu. Yola çıkmadan önce Yıldız Sarayı'na geldi ve Padişaha veda etmek için izin istedi. Yaver Naci Paşa, Padişahın odasına girdi.

"Hünkârım; fahri yaverlerinizden Mirliva Mustafa Kemal Paşa Hazretleri geldiler, müsaadenizle hayır duanızı almak isterler."

"Gelsin!" Naci Paşa, gerisin geriye yürüyerek çıktı. Bir süredir oturduğu masasında bir korkuluktan farksızdı Sultan Vahdettin. Dirseğini dayadığı bir masa, masanın üzerinde bir tarih kitabı, önünde geniş bir pencere, karşısında yeşilimtırak boğaz, boğazda demirlemiş ve namlularını saraya çevirmiş itilaf gemileri vardı. Derin bir of çekti ve kendisini en şansız en bahtsız Osmanlı padişahı olarak düşündü. Haksız da sayılmazdı. Tahta geçer geçmez kendisini, hiçbir şekilde dahlinin olmadığı, emrini vermediği korkunç bir savaşın içinde bulmuş, dahası orduları her tarafta yeniliyor, asırlık vatan toprakları bir bir elden çıkıyordu. Ordu kumandanlarının neredeyse hepsi saraya telgraflar çekiyor ve acilen mütareke yapıp savaştan çekilmek gerektiğini dile getiriyorlardı. Mustafa Kemal de 7 Ekim 1918 tarihinde gönderdiği telgrafında, barıştan başka bir yol kalmadığını bildiriyordu.

Kendisine göre doğru olan bu uğursuz savaşa hiç girmemekti. Trablusgarp ve Balkan savaşlarının getirdiği yıkım henüz tamir edilmemişken yeni bir maceraya atılmak ne devletin coğrafi konumu ne de ulusal çıkarları gereği asla doğru değildi. Eğer kendisi tahtta olsaydı ne yapıp edip bu savaştan uzak kalmaya ve vatanı büyük felaketten uzak tutmaya çalışacaktı.

Bir kez daha derin bir of çekti. Her şey ama her şey bitmişti. Oysa ne hülyalar kurulmuş, ne Kızılelmaların peşine düşülmüştü. Kaybedilen topraklar geri alınacak, tüm Türkler bir araya getirilip Turan birliği kurulacak, devleti bir sülük gibi emip tüketen, bir mikser gibi presleyen her türlü kapitülasyonlardan kurtulunacaktı ve daha neler neler… Ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymamış, tüm hülyalar çöldeki serap gibi yok olmuş, dağ doruklarındaki son karlar gibi erimiş, denizlerdeki ılık buharlar gibi uçup gitmiş ve ortaya yenilmiş, yok olmuş, pes perişan bir devlet kalmıştı.

Derin bir of daha çekti Vahdettin. Bu ara sıklıkla çocukluğuna gidip hatıralarını canlandırıyor, belki de çocukluğuna ve çocukluğunun tasasız hatıralarına sığınıyordu. Ağabeyi II. Abdülhamid'in hediye ettiği Çengelköy'deki köşkte neredeyse bütün bir ömrünü geçirmişti. Nasıl ömrü bir köşkün dört duvarı arasında, çepeçevre sarılı avlusunda bir tür mahpus gibi geçmişse şimdi de Yıldız'da mahpustu. Payitahtın her köşesi itilaf kuvvetlerince tutulmuştu; tuğra onların, sikke onların, emir onların, ferman onlarındı...

Bir de sermayedarları Rum ve Ermeniler olan bir sürü İngilizce ve Fransızca gazeteler çıkmaya başlamıştı. İtilaf güçlerinin okuduğu bu gazeteler yalanlarla yanlışlarla doluydu. Belki kendisi de hemen harekete geçmeli ve İngilizce-Fransızca gazeteler çıkararak milletin haklarını en güzel şekilde savunmalı idi. Heyhat bir gazete çıkarmaktan bile acizdi. Kendisi öyle sıradanlaşmış, öyle kuvvetten düşmüştü ki herhalde hükümdarlık hakkı bulunmayan Emir Timur'un, tahta oturtmak zorunda kaldığı gölge hükümdarlar bile kendisinden daha güçlü daha söz sahibiydiler.

Elini, henüz tıraş ettirdiği pürüzsüz çehresinde gezdirdi. İsteyerek sakal bırakmamış ve böylece ele güne karşı 'sakalımızı kimsenin eline verdirmeyiz'mesajı vermek istemişti. Acı acı güldü. Keşke verilen sadece sakal olsaydı. İtibarı da dâhil olmak üzere neredeyse verilmeyen hiçbir şey kalmamıştı. Kafasını kaldırıp bir kez daha boğaza baktı. Nedense aklına birkaç yıl önce intihar eden Veliaht İzzeddin Efendi gelmişti. Eğer o intihar etmemiş olsa kendisi Padişah olamayacak, nasıl kendi halinde yaşamışsa kendi halinde de ölüp gidecekti. Sakalsız yüzünden çektiği elini göğsüne doğru götürürken, böyle bir ölümü bütün bir kalbiyle istediğini üzülerek hti.

   Gözleri hala pencerede, saraya doğru çevrilen namlulardaydı. Patlamaya hazır, simsiyah namlulara boş boş bakarken son birkaç aylık icraatını düşündü. Mütareke imzalanıp ordular terhis edilince ve bu arada itilaf güçleri aç sırtlanlar gibi payitahtın üzerine çöreklenince, zaman kazanmak istemişti. İçine düştüğü cendereden çıkmanın, yuvarlandığı uçurumdan kurtulmanın yegâne yolunun İngiltere ve Fransa'nın kazanılmasıyla mümkün olacağını düşünmüş ve onlarla dost olmaya çalışmıştı.

İtilaf güçlerinin dost olup olmaması, isteklerinin yapılıp yapılmamasına göre şekillenecekti. Böylece sonu gelmez isteklerine hatta dayatmalarına başlamışlardı. İlk istekleri, savaş suçlularının derhal tespit edilip acilen cezalandırılması olmuştu. Bu isteği yerine getirmek kendisi için çok da zor olmamıştı. Tüm suçu, toplumca itibarları zedelenen ve günah keçisi ilan edilen ittihatçıların üzerine attıktan sonra taraftarlarını yönetimin her kademesinden uzaklaştıracak, İngilizlerin vereceği listede her kim varsa onları yargılayacaktı.

İki elini göğsünde birleştirdi ve icraatlarının doğru olup olmadığını düşündü. Her isteklerine eyvallah edeceği İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların, Amerikalıların hatta Yunanlıların arzularının bir sonu olacak mıydı? Ayrıca aklı başında ne kadar insan varsa hükümetten uzaklaştırıp, sadece kendisine sadık adamları getirmesi ve sadrazamlığı da damadı Ferit Paşa'ya emanet etmesi ne kadar doğruydu? Düşündü, düşündü, sol eliyle şapkasını düzeltti, alnını kaşıdı ancak bir karara varamadı. Sığındığı odanın penceresinden boğazın öte yakasını göremediği gibi takip ettiği politikanın da yanlış ya da doğru olduğunu göremiyor, seçemiyor, sezemiyordu.

Aslında buğulanan gözlüklerini biraz çıkarsa üzerindeki tozları azıcık olsun alsa İngiliz ve Fransızlara bu kadar teslimiyetin doğru olmadığını rahatlıkla görecekti. Sırf bir günah keçisi olsun diye idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'e bile baksa yine görecekti hem de bütün bir çıplaklığıyla. Devletin kendisine verdiği emirleri uygulamak dışında ne yapmıştı ki asılmıştı Kemal Bey?.. İdamı, sabah saatlerinde değil de ne diye öğleden sonraya bırakılmıştı? Bütün bir milletin temaşa etmesi için Beyazıt Meydanı'nda sallandırılmasına ne lüzum vardı?..

Ses çıkarmadığı belki de çıkaramadığı bu olay, derdi milleti olan her bir ferdi derinden yaralamıştı. Kemal Bey'in son sözleri 'Çocuklarımı Türk Milletine emanet ediyorum, eminim ki bu kahraman millet gereğini yapacaktır.' olmuştu. Oğlunu, canparesini, Beyazıt Meydanı'ndaki darağacında bir taze fidan gibi, tek bir bulut gibi sallandığını görünce çılgına dönmüştü babası Arif Bey. İngilizler belki farkında değillerdi ancak bu olay, milli mücadelenin, verilecek kurtuluş savaşının ilk kıvılcımı olacaktı.

Türk bayrağına sarılı cenaze geçtikçe kadınlar hıçkıra hıçkıra ağlıyor, işgale rağmen bir Türk birliği cenazeye eşlik ediyor, karakollar bayraklarını yarıya indiriyor, arkadaki kalabalık intikam yemini ediyordu. Olayın hemen akabinde İstanbul'da ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde protestolar başlamış, İngilizler endişeye kapılmışlardı. Bu endişeyle Türk kumandanların Anadolu'ya geçip vaziyete hâkim olmasını istemişlerdi.

Uçları aşağı sarkmış, kıvrımlarını kaybetmiş mütenasip bıyıklarını elleriyle burmaya çalıştı. Aslında kendisi de farkındaydı. Bu böyle olmayacaktı. Ne olursa olsun bir şeyler yapmalı, haysiyet kırıcı isteklere direnmeli, devletin şerefinin iki paralık edilmesinin önüne geçmeliydi. Fakat bunları yapabilecek gücü kendinde bulamıyor, dahası Yunanlıların Trakya'dan İstanbul'a, Ege'den Anadolu içlerine ilerleyerek çok büyük katliamlar yapmasından endişe ediyor, itilaf devletlerinin elde kalan bir avuç toprağı da almasından tedirgin oluyordu. Sultan'ı, yapmaya çalıştığı muhasebeden, gıcırdayan büyük kapının sesi uyandırdı.

"Efendim!.."

"Geliniz Paşa." Mustafa Kemal içeri girdi ve Padişah'ın hemen önündeki sandalyeye, onun müsaadesiyle oturdu. Neredeyse el ele, diz dizeydiler. Bir süre suskun kaldılar. Bakışlarını namlulardan alan Vahdeddin, gözlüklerinin arkasında adeta kaybolan gözleriyle konuştu.

"Paşa! Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmetler ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir." Elini masadaki kitabın üzerine koyarak devam etti.

"Bunları unutun!" Sustu ve birkaç kez derin derin nefesler aldı. Göğsünden kaç zamandır hastaymışçasına hırıltılar geliyordu.

"Asıl şimdi yapacağınız hizmet, hepsinden mühim olabilir. Paşa! Paşa! Devleti kurtarabilirsin!" Mustafa Kemal saygıyla doğruldu.

"Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim Hünkârım. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz." Padişah yeniden pencereye doğru bakınca kalkması gerektiğini anlamıştı Mustafa Kemal. Ayağa kalkıp esas duruşa geçti.

"Hiç merak buyurmayınız efendim. Ne demek istediğinizi anladım. İzninizle hemen hareket edeceğim ve emir buyurduklarınızı bir an bile unutmayacağım." Sultan Vahdettin, eski yaverine bakmadan son sözünü söyledi.

"Muvaffak ol!" Mustafa Kemal odadan çıkmış Yıldız'ın ince uzun koridorunda yürüyordu ki arkasından Yaver Naci Paşa yetişti. Aynı zamanda hocası olan Naci Paşa'nın elinde ufak bir kutu, kutunun içerisinde ise Padişahın isminin işlendiği nadide bir saat vardı.

"Padişah efendimizin size küçük bir hatırasıdır."Teşekkür edip avluya çıkan Mustafa Kemal, hareket etmek üzere olduğunu saklamak istercesine bir ihtiyatla ve neredeyse ayaklarını yere vurmadan saraydan uzaklaştı…

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları