Dr. Muhammet Veysel Zortul

Vesikalı Vatan 1

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Nizami Paşa konağından çıkmış, yılan gibi kıvrılan tozlu yolda bastonuna dayanarak yürüyordu. Güz mevsimine rağmen sıcak bir hava şehri esir almış, bastonuyla arşınladığı yol, at fışkılarından yayılan ağır kokularla dolmuştu. Acelesi olan bir at arabası, arkasında tozdan bir bulut bırakarak ilerliyordu. Yolun kenarındaki metruk arazide çocuklar çelik çomak oynuyor, yaprağını dökmüş birkaç kavak ağacına, kargalar kurumuş ot taşıyorlardı.

Son zamanlarda özellikle de Balkan Harbi'nden sonra gelen muhacirlerle birlikte nüfus bir hayli artmış, daha çok çocukların oyun alanı olan metruk araziler azalmıştı. Her boş arazinin evlerle dolması, kâgir binaların mantar gibi her yerde bitmesi sinirine dokunuyordu. Ne zaman böyle bir manzara ile karşılaşsa kerpetenle dişleri sökülüyormuş gibi oluyor, sadece ağzında değil ruhunda da bir şeylerin ufalıp gittiği hissine kapılıyordu.

Çocukları çok seviyordu Nizami Paşa. Yılanların öğle sıcağını, körlerin ışığı sevdiği gibi seviyordu. Onlara ait her bir şeyle alakadardı. Sokakta bir çocuğa denk geliverse hemen içindeki büyümemiş çocuk hortluyor, çocukluğuna dair zemberekler harekete geçiyor, o anlara mahsus olmak üzere yaşını başını unutup düpedüz çocuklaşıyordu. Koskoca Paşayı çocuklarla körebe veyahut da saklambaç oynarken, hatta horoz dövüştürürken görmek her zaman için mümkündü.

Yorulmuştu; Direklerarası'na yakın, yolu üstündeki fi tarihinden kalma çeşmenin başında çömelip bir süre oturdu ve sonra yeniden yola koyuldu.Cihan Savaşı'nın bütün yıkıcılığına rağmen hayat devam ediyor, insanlar nasiplerini arıyorlardı. Bir bakkal elinde teraziyle elma tartıyor, komşusu olan kasap satırı ile sığır kaburgalarını kırıyor, şişmanca bir berber koltuğunda uyukluyor, makasını ve tarağını emanet ettiği çırağı ise hiç bilmediği bir şehre henüz adımını atmış gibi şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu.

Evet, hayat devam ediyordu fakat ne caddede rast geldiği insanlarda ne de göz ucuyla incelediği esnafların yüzünde, yaşama sevinci namına bir şey yoktu. Bu hal çocuklara dahi sirayet etmişti; oyunlarını sessizce oynuyorlar, sağa sola koşuştururken büyük adamlara has, vakur tavırlar takınıyorlardı. Bu yönüyle şehre ürperten bir sessizlik hâkimdi. Bir ulu ölmüş gibi şehrin tüm siluetine yansıyan bir matem havası vardı. Belki de bu, bir ramazan topunun patlaması öncesi, oruçluların nefeslerini tutması gibi bir şeydi. Herkes bir köşeye sinmiş, olacakları bekliyordu.Adımlarını sıklaştırdı ve bir saat sonra varabildiği Vakit Gazetesi'nde daha selam bile vermeden

"Havadisler nasıl azizim?" diye sordu. Gülümsedi Ahmet Emin(Yalman). Yalnız acı bir gülümsemeydi bu. Yüzü gergin, dudakları bir vahşi hayvan kapanı gibi sımsıkıydı. Zaten çok konuşkan biri değildi. Hele günlük yazısına odaklanmışsa tamamen ketumlaşır, dış dünya ile bütün rabıtalarını keser, hiçbir surette rahatsız edilmeyi istemezdi. Böyle zamanlarda hasta hayvanların hem cinslerinden kaçması gibi herkesten kaçmak, bir süreliğine de olsa kaybolmak arzusunu, şehvet derecesinde duyardı.Nizami Paşa'nın bir çocuk masumiyetiyle cevap beklediğini görünce kendisini zorladı ve dudaklarını tek bir çizgiden ibaretmiş gibi neredeyse hiç açmadan cevap verdi:

"Savaş bitti Paşam. Şimdi herkes nefesini tutmuş ne olacak diye bekliyor. Umarım Rauf BeyMondros'tan hayırlı haberlerle döner. Ben şahsen ümitliyim."

Dertop oturduğu koltuktan doğrulmaya çalışan Nizami Paşa'nın muşamba gibi sarı yüzü, hafifçe kanlanmış gibiydi. Arkadaşının ümit dolu konuşması hoşuna gitmişti. Ahmet Emin kalktı, tirşe renkli perdeyi aralayıp camı yarım daire kadar açtı ve sonra cezveyi ispirto ocağına koydu.İçeriye, uzaklarda bir yerlerde, daha yeni ölmüş bir köpek leşinin ağır kokusu giriyordu. Yine de pencereyi kapamadı.

Güneş, mora çalan bulutlar arasında, koyu leylak renginde ve sanki tutulmuş gibi dururken hava ağırlaşmaya başlamıştı. Bir saat öncesine kadar sadece sesi duyulan rüzgâr bu kez şiddetini artırmıştı; çürümüş yaprakları yerinden ediyor, taşlıktaki küçük çakıl tanelerini uçurarak kâgir binanın dış kapısını dövüyor, gökte ne kadar bulut kümesi varsa hepsini Babıali semalarına topluyordu. Kül renginden kömür rengine kadar her renkten bulutlar, emrivakiyle bir araya getirilmişler gibi sıra sıra, lahana gibi kat kat duruyorlardı. Birkaç mil ötede tarla gibi dümdüz gözüken Marmara ise kabarmış, dalgalar yılın tek mahsulüymüş gibi baş verenAdaları yokluyordu. Böyle giderse iyi bir yağmur boşalacak gibiydi.

Ahmet Emin'in hazırladığı acı kahvelerini, birbirlerinin yüzüne bakarak fakat kendi dünyalarına çekilmiş bir halde sessizce içtiler. Bu halleriyle karşılıklı duvarlara asılmış iki vesikalık fotoğraftan farksızdılar. Fincanını tabağına koyan Nizami Paşa,

"Allah göstermesin şartları çok ağır bir ateşkes yapılırsa ne yapacağız?" diyerek mevzuyu yeniden mütarekeye getirdi ve

"Keşke bu savaşa hiç girmeseydik azizim! Madem girdik, hiç değilse daha erken çekilebilse idik…"dedi. Ahmet Emin bıyıklarına yapışan telve parçalarını elinin tersiyle silip,ağzının içine giren sert kılları birkaç kez emdikten sonra boğazından bütün bir simasına kadar yayılan acılığı, yukarıya kadar çektiği boyunbağıyla saklamaya çalışarak konuştu:

"Harbe iştirakimiz doğru muydu ya da müsait şartların olduğu demlerde çekilmeli mi idik gibi fikirleri bir tarafa bırakıp artık şunu söylemeliyiz. Biz bu savaşa dâhil olduk; çok büyük fedakârlıklar hatta başarılar elde ettik ve fakat dört senenin sonunda yenildik.Bundan sonra hepimize düşen vazife, mütarekenin kati bir antlaşma olmadığını, sadece harbi nihayete erdirme bağlamında bir takım tedbirlerden ibaret bulunduğunu hatırlayarak dışarıya karşı birlik ve beraberliğimizi muhafaza ettiğimizi gösterebilmektir." Dostuna 'İnşallah!' diyerek mukabele eden Nizami Paşa kalktı ve yaşından beklenmeyen bir çeviklikle merdivenlere yöneldi. Paşa merdivenleri döve döve inerken Ahmet Emin kulağında hatta kafasının içinde çın çın öten keskin sesler eşliğinde, cenaze gibi duran yazısına baktı ve huzursuzca kımıldanan elini yeniden kalemine götürdü.

Yağmur atıştırmaya başlamıştı; avlu kapısı mütemadiyen sarsılıyor, onunla birlikte taşları dökülmüş ve sıvası sıyrılmış asırlık duvar da kabuk bağlamış bir yaranın sallanması gibi sallanıyordu. Az ilerde huysuzlanıp sinirli sinirli yelelerini sallayan, güçlü toynaklarıyla yolu deşen ve boyunlarına takılı yem torbalarından yemek yerine birbirlerini dişlemeye çalışan atları görünce bir el işaretiyle arabacıyı çağırdı. Daha fazla ıslanmamak için çabucak arabaya binerken arabacı da pürüzsüz alnındaki yağmur sularını mendiliyle silip çakan şimşeklere nazire yaparcasına kamçısını şaklattı…

DEVAM EDECEK…

Yazarın Diğer Yazıları