Dr. Muhammet Veysel Zortul

Şu boğaz harbi nedir

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya,

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya…

Geçenlerde İstinye'den Yeniköy'e doğru yürürken, Mehmet Akif'in yıllar önce yazdığı şiirin ilk dörtlüğünü mırıldanıyordum. Aslında ne zaman boğaz kenarında yürüsem aklıma bu şiir gelirdi. Evet, çok değil yüz yıl önce, dünyanın emperyalist güçleri bir araya gelmiş ve boğazlara saldırmışlardı. Öyle bir aç gözlülük, öyle bir iştahla gelmişlerdi ki; çılgına dönen milli şairimiz Akif,

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîlistîlâ!

Diyerek, istilacıları doymak bilmeyen bir yamyama, vebadan daha beter bir salgına benzetmişti. Şükür ki bu istila bertaraf edilmiş ve gelenler, geldikleri gibi gitmişlerdi.

Ancak boğaz harbi hiç bitmedi ki… O gün boğazları savunan insanımız, o günden sonra başka bir boğaz harbinin içine düşecek ve kendi boğazının kavgasını verecekti. Her şeyini kaybeden ve tüm müesseseleriyle iflas eden bir milletin, kendine gelmesi, yükselmesi ve refaha kavuşması hiç de kolay olmayacaktı fakat çalışkan milletimiz bin bir çaba ve gayretle bunu başaracaktı.

Buraya kadar her şey güzel fakat bu sefer ki boğaz harbi daha başka bir istilayı beraberinde getiriyordu. Hem de yüzyıl öncekinden çok daha korkunç, çok daha sinsi bir istila... İnsanlar boğazları için kazanırken, refahları uğruna fabrikalar açıp yatırımlar yaparken, doğayı, çevreyi, havayı, denizleri hoyratça kirletecek ve daha acısı bunu umursamayacak, belki de bir hak gibi görecek, büyük bir yıkıma sebep olduklarını, milyonlarca canlıyı yok ettiklerini fark etmeyeceklerdi bile…

Bu duygu ve düşüncelerle Tarabya'ya kadar gelmiştim. Hoş bir akşamdı. Mehtap vardı. Denizden gelen esinti, insanın içini gıdıklayan, duygularını yoğunlaştıran, benim gibi yaşını başını almış ve artık hayat merdivenini inmeye başlayan birinin bile kanını kaynatan cinstendi.

Yorulmuştum. Boş bir banka oturdum ve geçmekte olan seyyar çekirdekçiden bir bardak çay aldım. Termosta iyice acımış çayımı yudumlarken gökyüzünden, evlerden ve kayıklardan süzülen ışıklar sayesinde gündüz gibi aydınlık boğaza baktım. Boğaz bir hayli kirlenmişti. Üzüldüm…

Her yere okullar açılıyor, insanlar okuyor, neredeyse herkes üniversite mezunu oluyor hatta master-doktora yapıyordu fakat bilinç düzeyimiz bir türlü istenen seviyeye ulaşmıyordu. İyi de neden?.. İnsanlar kamuya açık alanlara çöplerini atıyor, çekirdeklerini saçıyor, denizleri kirletiyor ve tüm bunları kaba bir umursamazlıkla yapıyorlardı. Elimdeki pet bardağı çöpe atıp, boğaza iyice yaklaştım. Neler yoktu ki içinde… Terlikten araba tekerine, poşetten cam eşyasına kadar adeta bir milyoncu dükkânı gibi ne aransa vardı.

Tabi gördüklerim denizin dibine çökmeyen şeylerdi. Bir de denizin dibine çöken maddeler vardı. Eğer onlar görülebilse denizlerdeki korkunç kirlenmenin boyutu daha iyi anlaşılacaktı. Boğazın perişan haline kederle bakarken, geçenlerde gazetelerden okuduğum bir yazıyı hatırladım. 'Denizleri kirleten atıklar değil cehalet' başlıklı yazıda bir araştırmaya yer verilmişti. Bir çevre kuruluşu, denizlerdeki plastik atıklar üzerine bir araştırma yapmış ve şu neticeye varmıştı: Şayet insanlar aynı hızla denizleri kirletmeye devam edecek olurlarsa 2050 yılında denizlerde balıktan çok plastik atık olacakmış.

Nasıl hesaplamışlardı bilmiyorum ama araştırmada, miktar bile belirtilmişti. Buna göre, 2050 yılında balık sayısı 899 milyon ton olurken plastik atık miktarı da 950 milyon ton civarında olacakmış.

Sevgili okurlarım;

Tatile çıktığımız, ormanlara ve deniz kenarlarına gittiğimiz bu güzel yaz mevsiminde, umarım daha duyarlı olur, hem kendimize hem de gelecek nesillere daha güzel, daha yaşanır bir çevre bırakma bilinciyle hareket ederiz. Aksi takdirde çocuklarımız, birçok canlı türünü, maalesef bir tek belgesellerden görebileceklerdir…

Yazarın Diğer Yazıları