Dr. Muhammet Veysel Zortul

Saklı Hazine 2

Dr. Muhammet Veysel Zortul

İki kardeş arabanın deposunu doldurup Karadeniz'in yolunu tuttular. Ordu'yu geçip Giresun il sınırına vardıklarında tan yeri ağarıyor, şafağı haber veren son horozlar da ötüyordu. Niyetleri birkaç köy görüp Giresun merkeze öyle gitmekti. Bu niyetle Piraziz'den içeri sapıp Gökçeali Köyü'nde durdular. Acıkmışlardı. Isırganların arasından baş uzatmış taze böğürtlenleri görünce sevindiler. Isırganlara bulaşmadan olgun böğürtlenleri toplarken burunlarına hanımeli ve fesleğen kokusu geliyordu. Az ilerde fındık ağaçlarının seyrekleştiği bir düzlükte, kovanlarıyla meşgul bir köylü görünce, usulca seslenip aç olduklarını söylediler.

Şehla gözlerini kırpıştıra kırpıştıra gelenleri süzen köylü, bir petek çam balıyla onlara doğru yaklaştı. Öyle büyük bir petekti ki çerçeve taşıyamıyor, eğildikçe eğilen çıtalar yer yer çatırdıyor, gözeneklerden süzülen kızılca bal usul usul bereketli toprağa damlıyordu. İki kardeş selam verip selam aldılar ve sonra ikram edilen baldan yemeye başladılar. Kovandan çıkan uykulu bir arı, ayva renkli tüylerini ılık yele verip iyice gerindi, ardından simsiyah iri gözlerini kocaman açıp etrafına bakındı. Bal yiyen misafirleri görünce sofralarına kadar geldi, minicik parmaklarıyla bala dokundu, teşekkür bekler gibi başlarının üstünde vızıldayıp durdu.

Misafirlerden haberdar olan köylüler, tereyağı, çökelek, yağlaş, sıcak mısır ekmeği ve çay getirdiler. İki kardeşin gözleri de gönülleri de bir güzel doymuştu. Huzur dolu bir kalple çaylarını yudumlarken müteşekkir bakışlarla etrafa baktılar. Her çeşit ağaç her renkte çiçek, sonsuz bir yamaçta yemyeşil bir örtü gibi uzayıp gidiyor, kalem kalem semaya uzayan minarelerle birlikte sonsuz bir maviye karışıyordu. Köylülerden en yaşlısı bir sır veriyormuşçasına mırıldandı:"Buralar yılın her günü böyle yeşildir. Ağaçlar her mevsim çiçeklenir, meyveye durur."

Bir sundurma altına konmuş çekyatlarda bir süre uyudular. Öğlene doğru bir kemençe sesiyle uyandılar. Kemençeci önde, büyük bir kalabalık arkada köy meydanına doğru ilerliyorlardı. Kalabalığın içerisinde, sırtına Türk bayrağı sarılı bir genç vardı. Gencin etrafında halka halka olmuş beyaz gömlekli, siyah yelekli delikanlılar, afili tavırlarla saçlarını düzeltiyor, sarı kehribar tespihlerini ağır ağır çekerek coşkulu türküler söylüyorlardı. Sapsarı saçları, tiril tiril şilebezi yazmalarından taşıp adeta kıvrılan bir su gibi bellerine kadar akmış genç kızlar ise kuşlar gibi meydanın kenarına tünemişler, elleri ağızlarında fısır fısır konuşuyor, delikanlılara bakarak gülüşüyorlardı. Bu bir asker uğurlama eğlencesiydi.

Kemençe eşliğinde horonlar tepilip bir süre eğlenildikten sonra ayrılık vakti gelip çatmıştı. Asker anasının tek çizgi olmuş dudakları titriyor, oğlunu asker ocağına vermenin gururu yüzüne yansımış baba ise eşini teselli etmeye çalışıyordu. Elleri kınalı delikanlı, anne babasının elini öptükten sonra yavuklusuna şöyle göz ucuyla bakıp hazırlanan arabaya doğru başı dik bir şekilde yürüdü. Herkes ona bakarken o bir kez olsun arkasına bakmadı. Araba hareket ederken kalabalık İstiklal Marşı'nı okuyordu. Kızlardan içini çeken, hıçkıranlar vardı.

Ahmet ve Murat kardeşler de hüzünlenmişlerdi. Müsaade isteyip onlar da köyden ayrıldılar. Radyoda 'Hayde Gidelum Hayde' şarkısı çalıyordu. Arabayı süren Ahmet şarkıya eşlik etti, Murat alkışlarla tempo tuttu. Coşmuşlardı. Bu bölgenin gamlı türküleri bile insanın kanını kaynatmaya, delikanlılar gibi coşturmaya yetiyordu… Giresun merkeze geldiklerinde ılık bir güneş kendilerini karşılamıştı. Dünyanın yörüngesinden çıkmışçasına çoğu kere güneşe hasret şehir, en azından bugün için güneşe doyacak gibiydi. Her daim puslu olan 'Gelin Kayası' sayılmazsa havada en ufak bir leke dahi yoktu. Kaleden taşıp gelen taze toprak kokusu, şehri iki eşit parçaya bölen kavisli Gazi Caddesi'ni, bir güzel doldurmuştu. Parke döşeli, hafif yokuşlu cadde, birkaç gündür aralıksız yağan yağmurla iyice yıkanmış, paklanmış, par par parlıyordu. Bahçesi olanlar, fındık toplamak için köylerine dağıldıklarından, cadde oldukça sakindi. Az çorba ile üç ekmek yiyebilecekleri Debboy'daki lokantanın yolunu tutan, yaz okuluna kalmış üniversite öğrencileri de olmasa koca caddede kimsecikler olmayacaktı.

İki kardeş vakit kaybetmeden mendireğe geldiler ve anlaştıkları motorun kalkmasını sabırsızlıkla beklediler. Onlar öyle bekleyedursun mendireğe bir tekne yanaşmış, gece tutulan balıkları boşaltıyordu. Elinde poşetlerle çocuklar hatta üniversite öğrencileri de mendireğe gelmiş, tayfaların gözünün içine bakıyorlardı. Balıklardan nasiplenmek isteyen sadece insanlar değildi. Semayı beyaz bir çarşaf gibi kaplamış martılar da oradaydı. Tayfaların cırtlak sarı çizmelerine kadar korkusuzca iniyor, kıyıya kenara savrulmuş balıklardan tırtıklamaya çabalıyorlardı. Tayfalar, boğum boğum olmuş kocaman elleri ile avuç avuç balıkları martılara atıyor, çocukların poşetlerini dolduruyor, kimsenin gönlünü kırmıyorlardı. Çığlık çığlığa martılar, mengene gibi güçlü sarı gagalarının arasına aldıkları balıklarla yavrularını emanet bıraktıkları adaya, Karadeniz'in iskân edilebilir tek adasına doğru uçuyorlardı.

Derken motor hareket etti. Karadeniz, sanılanın aksine oldukça sakin, hafifçe köpüklü, masmavi bir halı gibi dümdüzdü. Dalgalar motoru bir bebek gibi usul usul sallıyordu. Hemen ötelerinden Türk bayraklı, üzerinde 'Temel Reis' yazan bir vapur, simsiyah dumanıyla çeşitli şekiller çizerek uzaklaşıyor, yavaş yavaş küçülüyor, bir karabatak gibi yitip gidiyordu.  Ahmet ve Murat kardeşler çok heyecanlıydılar. Babalarının kendileri için hazırladığı hazine her ne ise bu kez bulacaklarına inanıyorlardı. Motor sinirli bir uğultu ile uysal dalgaları yara yara giderken meraklı bir balık sürüsü de onları takip ediyor, ara ara ipil diyor ve sonra müthiş bir süratle gerisin geriye kaçıyorlardı. Tekirler, mezgitler, istavritler, hamsiler ve hemen onların peşinde çinakoplar, sarıkanatlar, dur durak bilmeyen lüferler, şaşkın sazanlar hatta az ötede neşeli yunuslar… Karadeniz balık kaynıyordu. Ahmet bilmiş bir eda ile söylendi:"Eğer Karadeniz'e komşu ülkeler bu bereketli denizi kirletmezlerse sayısız balık türü, sonraki nesillere de kalacak." Murat kafasını sallayarak abisini tasdik etti.

Yerleşime açık olmadığını bildikleri adada, kendilerini Hasan adında bir amca karşılayınca şaşırdılar. Meğerse bu Hasan Amca tam bir doğa aşığıymış ve valiliğe müracaat ederek gönüllü bekçi olmuş. Bir tür yerli Robinson Crusoeidi yani. Birkaç hoşbeşten sonra iki kardeş defineci babalarından, vasiyet gibi bırakılan nottan, adada olduğuna inandıkları saklı hazineden uzun uzun bahsettiler. Hasan Amca onları dinlerken ikide bir seğiren gözlerini açabildiği kadar açıyor, elinden geldiğince ciddi durmaya çalışıyor fakat sonrasında dipten gelen dev dalgalar gibi güçlü bir kahkaha koyuveriyordu. İki kardeş de ona eşlik ediyor, ağız dolusu gülüyorlardı. Kalkıp surların dibine yakın olan kiraz ağacını buldular ve saklı hazineyi aramaya başladılar.

Adanın her bir karışı martı yuvalarıyla doluydu. Ziyaretçilerden hoşnut olmayan endişeli anneler, kabar kabar olmuş ak tüyleriyle havada asılı kalmışçasına hatta çivilenmişçesine bekliyorlardı. Bazıları korkunç bir çığlık eşliğinde uçabildiği kadar alçaktan uçuyor,  ayaklarını bir pençe gibi uzatarak ziyaretçileri taciz ediyor ve böylece onları çekip gitmeye zorluyorlardı. Bir saatin sonunda iki kardeşi hazine değil deyine bir not bekliyordu. Nota göre hazine Van'daki Akdamar Adası'nda, kilisenin hemen yukarısında yer alan seyir terasının ortasında, resimli bir taşın altındaydı. Bu kez bir kroki de çizilmişti. Hasan Amca'ya veda edip adadan ayrıldılar. Bu arada izinleri bitmişti. Yurtdışına çıkıp birkaç ay sonra İstanbul'a döndüler. Kar yağışından dolayı Van seferleri iptal olduğundan Trabzon'a uçtular.

(DEVAM EDECEK)

Yazarın Diğer Yazıları