Dr. Muhammet Veysel Zortul

Parayı kim buldu

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Mustafa öğretmenimiz dolabını karıştırırken, henüz bilmediğim bir nedenden dolayı Feridun arkadaşımla beraber tek ayaküstünde ve aynı zamanda hazır ol vaziyetinde bekliyorduk. Dolabı kapatan öğretmenimiz bize doğru yöneldi ve

"Parayı kim buldu?" diye sordu. Feridun sanki böyle bir sözcükle ilk kez karşılaşıyormuş gibi şaşkın şaşkın hocaya bakarken ihalenin bana kaldığını düşünerek başımı hafifçe kaldırdım. Son derece kısık bir ses tonuyla ve muhtemelen sadece kendim duyacağım bir şekilde hatta fısıltıyla

"Hamit Dayı buldu." Dedim ve bu arada tahtaya niçin çıkarıldığımızı da anlamıştım artık. Sosyal Bilgiler sınavında öğretmen "Parayı kim buldu?" diye bir soru sormuş ve ben de "Hamit Dayı" diye yanıtlamıştım. Aynı sırada oturduğumuz Feridun da bana bakarak yazmış olduğundan o da aynı nedenle tahtadaydı. Öğretmenimiz dudağının kuytularında beliren kırık bir tebessümle yeniden dolabına yöneldi ve dolabın camlı bölmesini ardına kadar açtı. Dolapta öğretmen defteri ve bir iki 'Cin Ali' serisi dışında onlarca sopa vardı. Her biri ayrı renkte, ayrı kalınlıkta ayrı boyda sopalardı ve bence görülesi koleksiyonlardan bir tanesiydi ve aslında öğretmenliğin yanı sıra sanata da yatkınlığından dolayı öğretmenimiz daha bir büyümüştü gözümde.

Biz bu nadide koleksiyona bakarken öğretmen de şefkatli gözlerle bize bakıyordu. Gözlerimizin kesiştiği o kaçınılmaz zaman diliminde, kadife kadar yumuşak ses tonu ve alabildiğine naif edasıyla 'Seçin!' diyerek işaret parmağı ile sopaları gösterdi. O an duyduğum hazzı ve de htiğim bahtiyarlığı keşke kelimelere dökebilsem. Söz hakkımızın olması ve aynı zamanda fikrimize müracaat ediliyor olması büyük saadetti ve bugün bile gururla hatırlarım. Doğrusu o gün tam olarak idrak edememiştim ama demokrasi adına çıtanın(siz sopanın da diyebilirsiniz) ne denli yukarı çıktığını bugün çok daha iyi anlıyorum. Yeni nesli bilmem ama bizler şanslı bir nesildik vesselam.

Derslerimizin birinde işlediğimiz bir konudan yola çıkarak en kısa sopayı seçtim. Seçimi müteakip o anın ürkütücü dehşetine rağmen aynı zamanda büyük bir iç huzuru içinde olduğumu belirtmem gerekir sevgili dostlarım. Çünkü derslerimiz, salt bilgi olmaktan çıkarak pratiğe dökülüyor ve biz minikler daha dün annemizin kollarındayken bugün okulumuzun hayata hazırlayan yollarında hem öğreniyor hem pratik yapıyor hem de bilginin ete kemiğe bürünmüş bir halde karşımızda arzı endam ettiğine şahitlik ediyorduk. Kurdukları okullarla övünen Aristo ve talebeleri keşke bu günleri görselerdi. Tabi bilginin ete ve kemiğe bürünmesi için el ve elimizin kemiği birazdan kırılacaktı ama bunca öğrenmenin yanında bu küçücük fedakârlığın lafı olabilir miydi? Feda olsun icabında.

 

Ben seçimimi yapmıştım fakat Feridun

"Siz daha iyi bilirsiniz." Diyerek seçimi öğretmene bırakmıştı. İçimden 'Bak şu Feridun'un yaptığına?' diye geçirmiştim. Demokrasinin böyle zirveleştiği bir dönemde, kendi fikrini söylemek yerine iradesine ipotek koydurmak olacak şey miydi ve bu durum demokrasiye bağlılığı ayan beyan ortada olan hocamızı rahatsız etmez miydi? Ben böyle düşünsem de Feridun'un taktiği işe yaramıştı ki öğretmen benim işaret ettiğim sopayı aldı ve şartlar ne olursa olsun taviz vermediği nazikliği ve Gaspıralı'yı dahi hayrette bırakacak o güzel İstanbul Türkçesi ile elimi açmamı istedi. Ben hemen her iki elimi ayalar yukarı bakacak şekilde kaldırıp bir kulfu okuduktan sonra indirebildiğim kadar aşağı indirdim ve kasaba teslim edilmiş hasta koyun çaresizliği içinde beklemeye başladım.

"Defalarca 'Lidyalılar' diye anlattım! Verdiğin cevaba bak! Dalga mı geçiyorsun sen benimle?" Badanası eskimiş duvarımızda yankılanan ve kısmen kırık camlarımızda gök gürlemesi gibi bir tesir icra eden davudi sesi, kulak zarımın sağlamlığını test etme adına tam bir deneyim olmuştu. Yalnız hem bu kulak testi hem de hocamızın hemen dayağa geçmek yerine elmas hükmündeki nasihatleriyle bizi psikolojikmen hazırlaması sizce de dikkate şayan değil midir? Okulda sağlığımıza ne çok kıymet verildiğini tek bir örnekle bile anladığınız kanaatindeyim lakin bu sağlık mevzuunu bir başka yazıya havale ederek kaldığımız yerden devam edelim. Sopalar birer ikişer kalkıp inerken canım yanıyor lakin platonik bir aşkla sevdiğim ve o dakikada bir tiyatro izler gibi hali pür melalimizi izlemekle meşgul olan Dilek'e mahcup olmamak adına dişimi sıktıkça sıkıyordum. Ancak bir raddeden sonra dayanamayıp avazım çıktığı kadar bağırdım:

"Lidyalılar da kimmiş! Tabi ki Hamit Dayı buldu!" Bu Kadir İnanır misali bendimi aşan çıkışım üzerine, o dakikaya kadar aşk ile ve bunu yaparken tam bir ibadet neşvesi içinde dayağa devam eden öğretmenimiz, bir anda ve sanki az önce fırtınalar koparıp gemiler batıran kendisi değilmiş gibi gayet sakin bir eda ile sopayı masaya koydu ve 'Meraklı Melahat' formatında gözlerime baktı. Anlaşılan beni dinleyecekti. Fikrini değiştirir korkusuyla ara vermeksizin devam ettim:

"Bizim mahallede bir bakkal vardı. Aslında bir akrabalığımız yoktu ama biz çocuklar ona 'Hamit Dayı' diyorduk. Neredeyse her gün dükkânına gider ve iki yumurta karşılığında bir sakız alırdık. Yumurta bulamadığımız durumlarda ise hurda demir veya bakır götürür ve bu kez sakıza ilaveten bir de dondurma alırdık. Hamit Dayı bakırdan ziyade demire daha çok kıymet verirdi ve bunu bilen bizler, bir külah dondurma için her gün anne-babamızın yattığı karyolanın bir demirini araklar ve soluğu dükkânda alırdık. Ancak öyle bir zaman geldi ki daracık dükkân, hurdalardan ve yumurtalardan geçilmez oldu. Hal böyle olunca Hamit Dayı da artık takası kabul etmeyerek bir çare buluncaya kadar satışları askıya aldığını söyledi.

Ama biz ki anne babamızın karyolasının demirini sökecek kadar gözü karayken Hamit Dayı'nın olmazlarına eyvallah eder miydik hiç? Derhal mahallenin çocukları olarak Ebabil sürüsü gibi toplandık ve dükkânı taşa tutmaya başladık. Çaresiz kalan ve derin düşüncelerle bir çıkış yolu arayan Hamit Dayı, birkaç gün sonra meseleye çözüm bulmuş olmanın sevinciyle bizleri topladı ve cebinden çıkardığı yeşilimsi kâğıt parçalarını önümüze koydu. Garip garip yüzüne baktık. Zira yumurta ve karyola demiri gibi değerli şeyler dururken artık adına 'Para' denilen ve bizce hiçbir kıymeti olmayan bu yeşil şeylerden getirmemizi istiyordu. Yapacak bir şey yoktu ve çaresizce kabul ettik.

İşte böyle sevgili öğretmenim! İki gözümüz önümüze aksın ki durum bundan ibarettir! Şimdi siz diyorsunuz ki; takas vardı da Lidyalılar bunu kaldırıp yerine para'yı getirdiler! Yoksa sizin Lidyalılar dediğiniz bizim Hamit Dayı olmasın sakın!"

Mustafa öğretmen bir parça başını kaşıdı ve herhalde ikna oldu ki bizi sıramıza geri gönderdi. Sırama geçip otururken her zaman yaptığım gibi yine Dilek'e baktım. Benim her zaman yaptığımı o ilk kez yapmış ve böylece göz göze gelmiştik. Bakışları benimki gibi ölesiye değilse bile öylesine de değildi. Artık unutmuştum dayağı, parayı hatta Hamit Dayı'yı… Sonra ne mi oldu? Bir sonraki yazıya havale edelim inşallah.

Not: Geçenlerde elime geçen ve yeni kaleme alınmış bir tarih kitabına şöyle bir göz gezdireyim dedim. Şu malum 'Para' bahsine geldiğimde ne görsem beğenirsiniz? Hala Lidyalılardan bahsediliyor ve şimdi rahmetli olan Hamit Dayı'nın esamisi dahi okunmuyordu…

Yazarın Diğer Yazıları