Dr. Muhammet Veysel Zortul

Kurtuluş Savaşı

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Birinci dünya savaşı kaybedilmişti. Aslında kaybedilen bir savaştan çok daha fazlasıydı. Ülke genelinde üretim durmuş, çarşı pazardan zerzevat bulmak zorlaşmıştı. Hele ciddi bir göçle karşılaşan İstanbul, bir milyona dayanmış, kaynaklarını harcamış, tükenmiş, iflas etmişti. Türk, Ermeni ve Rum muhacirler dışında Bolşevik İhtilali'nden kaçan 200 bin civarındaki Rus sığınmacı da bin bir umutla bu tükenmiş şehrin yolunu tutmuşlardı.

İnsanların çoğu aç ve sefildi; medreselere sığınıyor, yıkık harabelerde yatıyor, zır zır ağlayan çocuklarıyla sokaklarda dileniyor, imarethanelerde bir tas çorba içerek hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Sokaklardaki sefil göçmenler yetmezmiş gibi, sık sık çıkan yangınlarla sefalet daha da artmış, evsiz barksızların sayısı yüzbinlere dayanmıştı. Yetmezmiş gibi şehri işgal altında bulunduran itilaf güçlerinin sayısı da elli bine dayanmış ve onlar da masraflarını hükümete ödetmeye çalışıyorlardı. Yıllar öncesinden kepenklerini indiren hükümetin, vergileri artırmaktan başka yapabileceği pek bir şey yoktu. Neredeyse her şeyini kaybeden halk, bir ölünün son nefesini vermesi gibi bu vergileri vermeye çalışıyordu.

İtilaf güçleri, bir kâbus gibi payitahta çökmüş, güzelim şehri parsellemişlerdi. Beyoğlu'nu İngilizler, Eminönü civarını Fransızlar, Anadolu yakasını İtalyanlar mesken tutmuş, Adaları ise ortaklaşa denetimleri altına almışlardı. Bir tarafta kolu kanadı kırık hükümet, diğer tarafta mağrur, buyurgan, edep yoksunu, hayâsız işgal güçleri vardı. Böylece çift başlılık oluşmuş, sadece şehrin ana unsuru olan Müslümanlar değil hükümeti oluşturan bakanlar da ikinci sınıf vatandaş hatta vasıfsız eleman konumuna düşmüşlerdi.

Gerçekten de şehir, hiç olmadığı kadar güvensizdi artık. Kadınlar ve kızlar güpegündüz kaçırılıyor, Sarıyer'deki, Çamlıca taraflarındaki dağlara çıkarılıyor, tecavüz ediliyor, tüm bunların rapor edildiği hükümet ise çaresiz kalıyordu.

Bir zamanlar kışıyla yazıyla her dem mis gibi kokan şehir, şimdi insanın midesini kaldıracak kadar içki kokuyordu. Açılan her bir pencereden azınlıkların ve işgal güçlerinin şuh sesleri yükselirken, bu hengâmenin ortasında kalan Müslüman konaklarıysa sessiz bir gözyaşı gibi mahzun, sahipsiz, terk edilmişti…

Halk çaresizdi. Bu çaresizlikle Rus mültecilerden bazı oyunlar öğrenmişlerdi ki bunlardan biri de tombalaydı. Halk bu oyuna nikotin gibi alışmış, içki gibi bağlanmış, esrar gibi müptelası olmuştu. Kendisine bulaşanları anında esir alan bu oyun, yasaklanmasına rağmen başta Beyoğlu olmak üzere birçok yerde gizli gizli oynatılmaya devam ediyordu. Bu oyuna bulaşan kişiler, sadece ceplerindeki son kuruşu değil, üzerlerindeki paltoyu, içlerindeki içliği hatta pantolonlarını kaybediyor, dımdızlak bir şekilde sokağa düşüyorlardı. Şehrin yedi tepesini bir ahtapot gibi saran kumar, tombala ile de sınırlı değildi maalesef. Her geçen gün yoksullaşan işsiz güçsüz insanlar, birkaç kuruş kazanma ümidi ile her türlü kumar illetine, son çareleriymişçesine sımsıkı sarılmışlardı.

Kumarın yanı sıra fuhuş da oldukça artmıştı. Abanos, Ziba, Galata mıntıkaları ile Üsküdar bölgesi, fuhşun işlendiği en bilindik yerlerdi. İş öyle bir noktaya varmıştı ki fuhuş pervasız bir şekilde, sokak ortalarında dahi icra edilir olmuştu. Örneğin Kadıköy sakinleri, çocuklarının ve kızlarının gözü önünde aleni bir şekilde fuhuş işlendiğini, bu yüzden fuhuş evlerinin kapatılmasını veya hiç olmazsa başka bir yere taşınmasını istemişlerdi. Fakat emniyet, kadınların farklı farklı mahallelere dağılacağını ve bunun da genel ahlakı daha çok bozacağını hesaba katarak, halkın haklı isteğine karşı çıkmıştı.

Fuhuşla birlikte frengi ve benzeri hastalıklarda ciddi oranda artış olmuştu. Daha Cihan Savaşı yıllarında, Osmanlı Ordusunun bir bölümü Romanya ve Galiçya gibi yerlerde frengiye yakalanmış ve bu hasta askerler, tedavi edilmeden memleketlerine gönderilmişlerdi. Böylece Anadolu'nun her bir köyüne bu hastalık girmiş, girdiği yerler uzun yıllar bu korkunç hastalığın pençesinden kurtulamamıştı. Şimdi ise bizzat Osmanlı'nın kalbi İstanbul, yaralı bir ahu gibi onlarca iflah etmez hastalığın pençesine düşmüştü.

Gelinen nokta itibariyle özellikle kadınların durumu çok vahim bir hal almıştı. Şişli'deki Emrazı Zühreviye Hastanesi'ne başvuran kadın sayısı her geçen gün artıyordu. Korkunç tablo karşısında İtilaf güçlerinin düşündüğü tek çare, askerlerine prezervatif dağıtmak olmuştu. İşgal güçlerinin arsız askerleri gündüz barlarda, geceleri ise umumhanelerde Rum, Ermeni ve onlara eklenen Rus kızları ile sefih bir hayat sürüyorlardı. İş, bu kadarla da bitmiyordu. İçki ve fuhuş ile kudurmuş bu çekirge misali kalabalık güruh, hep daha fazlasını istiyor, bu isteği fark eden kurnaz bir güruh ise özellikle Rus dilberler vasıtasıyla kokain, beyaz toz gibi maddeleri piyasaya sürüyor ve bu korkunç maddeler, bir veba gibi her yere yayılıyordu.

Anadolu, daha da korkunçtu. Hele işgalci Yunanlıların Ege'de sergiledikleri vahşet, anlatılacak, betimlenecek cinsten değildi. Çoluk çocuk, genç yaşlı demeden boğazlanan insanlar, tecavüze uğrayan kadınlar, hayatta kalıp gıda bulamayanlar, ağaç kabuklarını kemirenler, kış ortasında çarıksız, çırılçıplak dolaşanlar…

Kurtuluş Savaşı'ndan sonra belki ülke normale döndü fakat işgali bütün dehşeti ile yaşayan insanlar, hiçbir zaman normal olmadılar, olamadılar.  Yaşadıkları dehşetten gözleri dışarı fırlayan masumların korkunç çehreleri, geride kalanları takip edecekti. Hem de bir ömür boyu…

Yazarın Diğer Yazıları