Dr. Muhammet Veysel Zortul

Kaçak

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Her gece açık bırakarak kaçtığımız bodrum penceresi, döndüğümüzde nedense kapalıydı. O gece Van en soğuk gecelerinden birini yaşıyordu ve dışarıda kalmak her yiğidin harcı değildi. Çaresiz kapıya yönelmiş ve zili çalmıştık. Birkaç dakika sonra kapı açılmış ve kendimizi pansiyon müdürümüz ve aynı zamanda coğrafya öğretmenimiz Ali Hocanın karşısında bulmuştuk. Oysa o gece görmeyi arzu edeceğimiz son kişiydi zat-ı âlileri hatta son kişi bile değildi.

Girişin hemen yanındaki idare odasına sessiz sedasız alınırken birazdan kıyametin kopacağını elbette biliyorduk. Ali Hoca bir motorun ağır ağır ısınması gibi her cümlesinde sesini biraz daha yükseltiyor, sopadan daha sert, kılıçtan daha keskin sözleriyle bir güzel paylıyordu hepimizi. Gidişattan bu sorgunun sabaha kadar devam edeceğini anlayınca mecburen bodrum penceresinden kaçıp şehirde dolaştığımızı söyleyerek suçumuzu itiraf etmiştik.

Bu itiraf, hocamızı beşinci vitesten üçüncü vitese düşürmüşse de hızını alan çift motorlu araba gibi duracak gibi gözükmüyordu. Suç ortağı iki arkadaşım başları önde ve adeta bir vecd hali içinde hocamızı dinlerken niyeyse ben itiraz etmiş ve köle değil öğrenci olduğumuzu yüksek perdeden haykırmıştım. Hocamız ise Endülüs fatihi Ziyâd gibi öne atılıp gemileri yakmama aldırış etmeden

__ Ben bağırırım! Çünkü hepiniz bana ailelerinizin emanetisiniz! Size bir şey olsa ben ne cevap veririm onlara?" diyerek aynı sertlikle karşılık vermişti.

    Artık bana iki yol kalmıştı. Ya arkadaşlarım gibi başımı öne eğecek ya da valizimi toplayıp gidecektim. İkinci yolu seçip kaldığım 12. Koğuşun yolunu tuttum ve valizimi hazırladım. Arkadaşlarım uyudukları için hiç birine veda edemeden ana kapıya yöneldim. O aralık ceplerimi yokladım. Sadece 25 kuruşum vardı. Muhtemelen bir parkta sabahlayacaktım ve sabah olunca da başımın çaresine bakacaktım. Bu düşüncelerle tam ana kapının kolunu tutmuş çeviriyordum ki Ali Hoca kapısını yavaşça açıp ifadesiz bir çehre ile bana baktı. Yüzünde acıma mı, şefkat mi, hüzün mü vardı yoksa hepsinden biraz mı vardı, anlayamamıştım. Çatallaşmaya başlayan bir ses tonuyla konuştu:

__ Seni yolundan döndürmek gibi bir niyetim yok evladım! Yalnız giderken aklının bir köşesinde bulunması için bir çift sözüm olacak. 150 kişilik bir tren, bu yatılı pansiyonda kalan yolcularını almak için şu an peronda bekliyor. Hepiniz hazır olduğunuzda sizi alacak ve Türkiye'nin değişik üniversitelerine ulaştıracak. Kiminiz doktor, kiminiz mühendis, kiminiz de benim gibi öğretmen olacaksınız. Çatlayan sinelere su, açlara aş, dertlilere derman olacaksınız. Aziz milletimiz size ekmek kadar, su kadar ihtiyaç duyarken sen istiyorsan git! Hem de arkana bakmadan git! Ama unutma…" Nedense durakladı. Gözlerine iyice baktım; Sanki nemlenmiş gibiydi.

__ Ben istiyorum ki bu trende sen de olasın. Ama yine de çekip gidersen sakın unutma; bu tren 149 kişi olsa da gidecek 150 kişi olsa da gidecek." Son cümlesini sesi titreyerek tamamlamış ve usulca kapısını kapamıştı. Birkaç dakika elim kapı kolunda olduğu halde hareketsiz beklemiş ve sonra koğuşuma geri dönmüştüm. O gün sabaha kadar uyuyamamış ve uçakta yüksek basınca maruz kalan bir yolcu gibi kulağımda uğuldayıp duran bir çift sözü düşünmüştüm.

"149 kişi olsa da gidecek 150 kişi olsa da gidecek… İstiyorum ki bu trende sen de olasın…"

    Sabah olduğunda artık bir karar vermiştim. O günden sonra bir kez bile kaçmamış ve üç ay kalmış olan üniversite sınavıma hazırlanmıştım. Bu sayede üniversiteyi kazanmış ve Ali Hoca'nın bahsettiği o trene ben de binmiştim. Üniversiteyi kazandığımı memleketimde öğrenince ilk olarak Ali Hocamı aramış ve teşekkür etmiştim.

Bugün nerede olduğunu ve yaşayıp yaşamadığını dahi bilemediğim Ali Hocama o kadar şey borçluyum ki. Zira o gece çıkıp gitseydim şimdi ne olurdum hiç bilmiyorum…

Yazarın Diğer Yazıları