Dr. Muhammet Veysel Zortul

Cumhuriyet Bayramı

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Yaklaşık bir asır önce bir 29 Ekim sabahı ülkemiz, şark milletlerinin hiç birinin uyanamadığı kutlu bir sabaha uyandı. İşte o gün ilan edilen Cumhuriyetin kazanımları sayesinde bugün ülkemiz, dünyanın sayılı ülkeleri arasına girmiştir.

Çünkü Cumhuriyet eşitlik demek, fikirlerimizi serbestçe ifade edebilmemiz, yöneticilerimizi seçebilmemiz, kendi kendimizi idare edebilmemiz demek.

Çünkü Cumhuriyet cinsiyet ayrımının olmadığı, herkesin değer gördüğü, istediği işi, istediği aşı hatta istediği eşi seçebilmesi demek.

Ancak Cumhuriyet kolay kurulmadı. Eğer cumhuriyetin kuruluşunu hazırlayan şartları bilemezsek Cumhuriyetin değerini yeterince anlayamayız.

Cumhuriyetin ilanının hemen öncesinde yeni savaştan çıkmıştık. Askerlerimizin kimini Sarıkamış'ın dondurucu soğuklarında, kimini Çanakkale'nin sarp sırtlarında, kimini Arap çöllerinde, kimini de Yemen dağlarında kaybetmiştik. Kadınlar eşsiz, çocuklar babasız, ülke sahipsizdi. Savaşı kaybettiğimiz gibi ekonomik gücümüzü de kaybetmiştik. Et bulunmaz, şeker bulunmaz, semtlere pazar kurulmaz, sokaktan sütçüler geçmez olmuştu.

Her şeyimizle mahvolmuştuk. Hepimiz açtık. Bebekler ilaçsızlıktan, çocuklar gıdasızlıktan ölüyordu. Yetmezmiş gibi kaybettiğimiz topraklardan milyonları bulan insanlar Anadolu'ya özellikle de İstanbul'a gelmişlerdi. Sığınacakları yerleri yoktu. Cami merdivenlerinin soğuk mermerlerinde, evlerin derme çatma saçaklarında, semtlerin çamurlu meydanlarında titreyerek, el açarak, dilenerek ayakta kalmaya çalışıyorlardı.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de düşmanlarımız yurdu işgale başlamışlardı. Güzel İzmir'i kana bulamış, Efeler diyarı Aydın'ı mezbahaneye çevirmişlerdi. Ordusu terhis olmuş bu zavallı halkı hunharca katlettikleri gibi namusumuza da el uzatmaya, kirli çizmeleriyle aziz toprağımızı kirletmeye başlamışlardı.

O günler bize hasta adam diyorlardı. Ha bugün ha yarın ölecek diye bekliyorlardı. Adeta bizi bir sedyeye yatırmış, sağımızdan solumuzdan çekiştirerek, kolumuzu kanadımızı kırarak bu ölümü çabuklaştırmak istiyorlardı. Fakat unuttukları bir şey vardı. On yıllardır süren savaşlar yüzünden bitap düşen bedenimiz belki hastaydı fakat o bedenin içinde taptaze bir ruh, sarsılmaz bir iman, çelikten bir irade vardı.  O ruh Mustafa Kemal, Şerife Bacı, Şahin Bey'di. O ruh Kazım Karabekir, Sütçü İmam, Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa'ydı.

Yurdumuza dadanan işgalciler ölümümüzü beklerken biz tıpkı Kut'ül Amare'de tıpkı Çanakkale'de olduğu gibi dirilmiş ve Anadolu'yu onlara dar etmiştik. Halkımız coşmuştu bir kere. Erkekler cephede aslanlar gibi vuruşurken kadınlar mermileri sırtlıyor, ayağından çıkardığı çorapları, bileğinden sıyırdığı bilezikleri cepheye taşıyorlardı. 'Ya istiklal ya ölüm' diyen bir milletin önünde durulabilir miydi?. Yunanlılar Egeye doğru kaçarken İstanbul'daki İngilizler, fare gibi kapana kısılmışlardı. Bir cihana sığmayan, güneşin dahi üzerinde batmadığı imparatorluk,  bir Türk şehrinde, adice, haysiyetsizce batıyordu. Lut halkı gibi yerin dibine, cehennemin en dibine, tüm sömürdükleriyle tüm günahlarıyla batıyordu.

İtilaf askerleri çaresiz, havada arı gibi vızıldayan tayyareleri çaresiz, İngiliz Krallığı çaresizdi. Dünya, son iki yüzyıldır bütün cihanı tek başına tahakkümü altına alan bir iblisin, doymak nedir bilmeyen obur bir devin durdurulduğuna, en hayati uzuvlarının yaralandığına, kan damlayan keskin dişlerinin söküldüğüne şahit oluyordu. Mudanya Ateşkesinden sonra artık kesin olarak anlaşılmıştı ki mağrur İngilizler yenilmişti. Bir dünya devini, hasta adam dedikleri, ha bugün ha yarın ölecek diye bekledikleri Türkler yenmiş, canına okumuş, Anadolu'nun mümbit topraklarına gömmüştü.

Zorlu savaş nihayet bitmişti. Sağa sola asılan İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Amerikan bayrakları indiriliyor, yerlerine nice zamandır karanlık mahzenlerde, kilitli kömürlüklerde, genç kızların çeyiz sandıklarında bekleyen naftalin kokulu Türk bayrakları asılıyordu. Dalgalanan Türk bayraklarını selamlayan itilaf subayları, kendilerini bekleyen gemilere biniyor, geldikleri gibi gidiyorlardı.

Anadolu'yu tamamen kurtaran Türk ordusu, beş yıl boyunca esaret altında kalan İstanbul'a giriyordu. Askerlerimizin mübarek ayaklarından yansıyan rap rap sesleri tüm Karaköy'ü, Galata'yı doldurmuştu. Çoluk çocuk herkes sokağa çıkmış, Türk Ordusunun şehre girişine tanıklık ediyordu. Yediden yetmişe herkes ağlıyordu. Şehre giren askerler de ağlıyordu. Utanmadan, sıkılmadan, gözyaşlarını saklamadan…

Savaşı kazanan bu yüce millet, kendi iradesine kendisi sahip çıkmış, söz de karar da benim demişti. Kendi meclisini açan kendi yöneticilerini seçen halkımız, bu başarısını Cumhuriyet ile taçlandırmış, ebedileştirmişti.

Sevgili okurlarım; bayramınızı en kalbi duygularımla kutlarken Cumhuriyetin kıymetini bilen, onu nazlı bir çiçek gibi sahiplenen, en değerli hazinesi gibi ihtimamla koruyan nesiller olmamızı Cenabı Allah'tan diliyorum. Sağlıkla huzurla daha nice bayramlara…

Yazarın Diğer Yazıları